20 Mart 2009

Sakatlar İçin Gerçekçi Bir Çağrı

Sakatlar İçin Gerçekçi Bir Çağrı
Sakatlığı haklar perspektifiyle ele alan, sakatların politik özne olarak yer aldığı, dışlanan ya da ezilen toplumsal kesimleri de kucaklayan, emek hareketiyle el ele duran, kâr merkezli yerine insan merkezli bir düzeni kurmanın yolunu yapmaya çalışan bir dizilişe acil ihtiyaç var.
BİA Haber Merkezi - İstanbul
13 Aralık 2008, Cumartesi
Çağrı DOĞAN
Her yıl sorunlarının çözümüne dair resmi ağızlarca söylenenler artıyor, hakkında yapılan yasal düzenlemelere yenileri ekleniyor. Gelin görün ki, sorun çözülüyor/çözülecek nutuklarıyla birlikte, “engelliler için çalışıyorum” iddiasıyla ortaya çıkan kuruluşların sayısı da artıyor. Tıpkı yoksullukla mücadele söylevleriyle birlikte, “yoksullar için çalışıyorum” iddiasıyla ortaya çıkan kuruluşların sayısının artması gibi. Sizce de bu işte bir tuhaflık yok mu?
Aynı süreçte, genel olarak söylevlerinde sakatlık ya da sakatlara yer veren siyasetçilerin/siyasi hareketlerin sayısında da hissedilir bir artış olduğu görülüyor. Öte yandan, bundan dolayı mutlu olduğumu ya da sakatlar adına umutlandığımı da söyleyemeyeceğim. Zira, genel olarak dinlediğimde, sakatların sesinin belli belirsiz duyulduğu, hatta çoğu zaman onun bile duyulmadığı, siyasi bir gürültü çarpıyor kulağıma. Bir yerde, ilgili toplumsal kesimlerden çok, onlar adına konuşanların sesi gür çıkıyorsa, o kesimle ilgili sorunların çözüldüğüne tarihin şahitlik ettiğini sanmıyorum. Etmişse de ben bilmiyorum.
Manzara-i sakat
Sakatların yüzde 80’i yoksulluk sınırının altında yaşıyor.
Sakatlığın yaklaşık yüzde 50’si önlenebilir sakatlıklardan oluşuyor ve kötü beslenme, bulaşıcı hastalıklar, dolayısıyla da yoksulluğun doğrudan sonucu olarak ortaya çıkıyor.
Körlük yüzde 70 oranda önlenebilir ya da tedavi edilebilir hastalıklar sonucu oluşuyor.
Sağırlık yüzde 50 oranda önlenebilir nedenlerden kaynaklanıyor.
Dünyada her gün iş kazaları sonucunda ortalama 1.800 işçi hayatını kaybediyor, yaralanıyor ya da sakat kalıyor.
Henüz sonlanmamış olan Irak işgali, 5 yıl içinde 1 milyondan fazla sivilin sakat kalmasına yol açmış durumda.
Yukarıdaki verilerin neredeyse tamamı, dünyanın büyük kısmında hala hâkim olan küresel kapitalizmin BM, Dünya Bankası gibi iktisadi/politik kuruluşlarına ait. Bu verileri paylaşmaktaki amacım biyolojik sakatlığın ne fena bir şey olduğunu anlatmak ve insanlığın biyolojik sakatlıkla kapitalizmle birlikte tanıştığını savlamak değil elbette. Öte yandan mevcut biyolojik sakatlıkların çoğunun kapitalizm tarafından yaratıldığı, hatta tabir uygunsa, kaynakların bunun için seferber edildiği itiraf ediliyor zaten.
Ancak sakatın sakat kavramının taşıdığı anlamın hakkını vermesi için biyolojik sakatlık gerekli olmakla birlikte yeterli bir koşul değil.
Gelişmekte olan -gelişmekte olmaya mahkum daha doğru bir ifade- ülkelerdeki sakat nüfusun yüzde 98’i okula gitmiyor.
Sakatlar arasında okur-yazar olanların oranı yüzde 3.
Sakat aynı zamanda kadınsa bu oran daha da düşük: Yüzde 1.
Sakatların sadece yüzde 2’si bakım ve rehabilitasyon gibi sakatlıklarıyla doğrudan ilgili temel hizmetlere ulaşabiliyor.
Tekerlekli sandalyeye ihtiyacı olduğu halde sahip olmayan sakatların sayısı yaklaşık 20 milyon.
Özellikle zihinsel sakatlıkları olan kişilerin yüzde 90’ı, çocukluklarında daha sık olmakla birlikte, cinsel tacize maruz kalıyor.
Sakat çocukların şiddete maruz kalma oranı sakat olmayanlara kıyasla yedi kat daha fazla.
Bu noktada veri yığmaya ara verip sormakta fayda var: Sakat, sakat olmak için bir şey yapmazken; neden onun durumunu anlatmak için sakat, özürlü ya da engelli gibi onu kendi durumundan sorumlu tutan kavramlar kullanılıyor?
Yukarıdaki veriler sakatlığın neden ve sonuçlarının toplumsal boyutlarıyla ilgili. Ancak sakat-laş-tırılma serüveni bu kadarla sınırlı değil. Sakatlara ve genel olarak topluma, sakatlığın bir toplumsal kurgu değil kişisel bir trajedi olduğunun belletilmesi adına:
Tekerlekli sandalye kullanan kişilerin durumu, çoğunlukla mahkumiyet diliyle anlatılıyor -belki kuşlar da insanlar için "uçağa mahkum" diyorlardır.
Görme yetisini kullanmayanların, yani karanlık ya da aydınlık algısı olmayanların durumu da “karanlığa mahkum”, “karanlık dünyasında” gibi ifadelerle anlatılıyor.
Genel olarak sakatlık da “muhtaç” kavramı üzerinden aksettiriliyor.
Hatta kahramanı sakat olan başarı öyküleri bile mahkumiyet diliyle ve sakatlık kişisel bir trajediye indirgenerek anlatılıyor.
Yedek meta deposu
Sakatlar mevcut sosyo-ekonomik sistemin ideolojik atmosferini yansıtan ve şekillendiren medyada; acınası, değersiz, merak/şiddet nesnesi, uğursuz, korku kaynağı, doğaüstü yeteneklere sahip, arka plan öğesi, gülünesi, zahmetli, cinsiyetsiz ve gündelik hayatı olmayan kişiler olarak resmedilirken sakatları dışlayan yapı meşrulaştırılmış, sakatlığın asıl nedeni gizlenmiş oluyor. Sakatları, sosyo-ekonomik açıdan “artı-nüfus”a dahil eden ve sosyo-politik açıdan edilgenleştiren dairenin çeperleri böyle böyle örülüyor. Dolayısıyla; bundan böyle sakatların dahil edilecekleri toplumsal süreçlerin nesneleri olmaları da garanti altına alınıyor.
Bu koşullarda, hayatta kalmayı “başaran” sakatların bir kısmı emek piyasasına dahil olabiliyor. Bir kısmı da yedek işgücü ordusundaki diğer arkadaşları gibi sırasını bekliyor. Öte yandan, artan yaşlı nüfus ve dolayısıyla sakat nüfus, daha fazla sermaye biriktirebileceği alanlar arayan kapitalistlerin iştahını kabartıyor. Sakatlara yönelik bakım, rehabilitasyon, eğitim gibi hizmetler özelleştirilirken, biyolojik sakatlıktan kaynaklı işlev kayıplarını ortadan kaldıracağı iddiasıyla ürün ve hizmet üreten; fiziksel çevrenin, genele yönelik ürün ve hizmetlerin sakatlar için de ulaşılabilir şekilde tasarlanmasını amaçlayan yeni işletmeler kuruluyor.
Böylece sakatlığın kendisi de kapitalizm için yeni bir kâr alanı haline geliyor. Sakatların çoğu, özellikle yoksul, kadın ya da yaşlıysa bu tür hizmet ve ürünlerden yararlanamıyor ama kapitalizmin onlar için de yapabileceği bir şeyler var.
Bu noktada devreye yazının başında sözünü ettiğimiz, sayıları her geçen gün artan ve “engelliler için çalışıyorum” iddiasıyla peydah olan kuruluşlar giriyor. Söz konusu kuruluşlar ister kendileri de sakat olan kişilerce yönetiliyor olsun isterse sağlamların kontrolünde olsun, faaliyetlerini benzer tarzda yürütüyorlar.
Sakatların maddi ihtiyaçlarını karşılamak ya da merkezi/yerel yönetimlerin boş bıraktığı hizmet alanlarını doldurmak için sürdürdükleri faaliyetleri finanse etmek adına, halktan doğrudan yardım/bağış topluyorlar. Sakatların emek piyasasına dahil edilebilmesini sağlamak amacıyla geliştirdikleri çeşitli projeler için kaynak sağlamak adına; şirket, holding ya da kapitalizmin sürdürülebilmesi için çalışan çeşitli iktisadi kuruluşların sponsorluğu altına giriyorlar. Bu tarz bir varoluş, ilgili kuruluşlar ve yönetenleri için kazanç ve saygınlık sağlarken, toplumda halihazırda hakim olan acınası, bağımlı, aciz, yardıma muhtaç sakat imgesini güçlendiriyor.
Aynı anlayış, üyeleri ve yöneticileri sakat olan ve bazı dönemlerde sakatlıkla ilgili sosyal hakların kazanılması için mücadele edebilmiş yapıları da etkisi altına almış durumda ve onlar da çalışmalarını yukarıda sözü edilen tarzda sürdürüyor. Hatta bu anlayış o denli içselleştirilmiş ki, “eğitim hakkı” gibi bir perspektifle örülebilecek bir imza kampanyası bile “İmdaaat Okulumu Kapattılar!” gibi ağlak bir başlıkla yürütülüyor.
Bu tarz örgütlenmelerin işlevleri, sakatların sakatlıklarını pekiştirmekle sınırlı değil. Yardım ve bağış toplanırken kullanılan sakatlığın, piyasada satışa çıkarılan diğer metalardan bir farkı yok. Ek olarak kapitalistler açısından sponsorluk ya da sosyal sorumluluk adı altında yürütülen faaliyetlerin, medyaya verilen reklamlara kıyasla fazlası var eksiği yok.
Özetle; sakatlık, kapitalizmle yeniden üretilen, onunla “beslenen” ve onun beslendiği bir kurum. Bu durumda yanıtı kendinde saklı şu soruyu sormak gerekiyor: Bir sistemin besin kaynağını yok etmesi mümkün olabilir mi? Dahası, sakat örgütlerini kapitalist işletme mantığına dayanan bir tarzda örgütlemek ve yönetmek, sistemin sosyo-ekonomik kurumlarının kanatlarının altına sığınmak ve sakatların psikolojik, sosyal, politik açıdan silik ve sinik olmalarından faydalanıp onları, varlıklarını sistemin devamına adamış sosyo-politik hareketlerin/kurumların kucağına itmek çare olabilir mi?
O halde, kısa vadede, sakatlığı haklar perspektifiyle ele alan, sakatların politik özne olarak yer aldığı, sakatlık dışında başka gerekçelerle dışlanan ya da ezilen toplumsal kesimleri de kucaklayan, emek hareketiyle el ele duran hak merkezli örgütlenme ya da örgütlenmelere; uzun vadede kâr merkezli bir sistem yerine insan merkezli bir düzeni kurmanın yolunu yapmaya çalışan bir dizilişe acil ihtiyaç var. Öneri konjonktüre uygun bulunmayabilir ya da ütopik görülebilir, ama kendini öğüten bir değirmene su taşımayı önermekten daha mantıklı ve gerçekçi olduğu kesin... (ÇD/TK)

Etik ve Estetik

Etik ve Estetik

Mağdule Demircioğlu

Ben bu çalışmada,dünyayı özümsememizdeki kusursuzluk,yücelik kavramının oluşturduğu yaşam tarzından yola çıkarak,idealleştirilmiş dünyada sakatlığın neden trajik,kötü,,çirkin ve yüce olmayan değerler içinde yer aldığını, tarihsel dönemlerdeki toplumsal değerler içinde çözümlemeye çalışacağım.

“Etik ve Estetik” değerler tarih boyunca sürekli birbiriyle ilişki içindedir. Başlangıçta felsefi disiplinlerin içinde yer alan bu iki bilim dalı, daha sonra felsefeden ayrılarak kendi kavramlarını oluşturmalarıyla ayrı bir bilim olma görünümündedirler. Ama dünyayı tasarımlamada insanların etik ve estetik kavramlarına başvurmaları bu iki disiplinin yoğun birlikteliğini açıklamaktadır. Etik ve estetik “değer”ler alanının bütününü oluşturur ve her ikisi de aynı kategorileri sorgular. Örneğin;Etik, “eylem”, “en yüksek iyi”, “mutluluk” ve “erdem”ler gibi kavramları; Estetik ise, “doğru”, “güzel” , “iyi”, “yüce” gibi kavramları konu edinir ve göreli olarak farklı anlamlarda işlevsellik kazanan bu kavramların mutlaklaştırılması zordur.

Sürekli kusursuzluğu, simetriyi, orantıyı hem fizyolojik yaşantımızda hem de dış dünyada ararız. Bu yüzden Etik ve Estetik değerlerle dünyayı özümsememizde ve ona estetik bir değer biçmemizde temel rol oynayan iyi-kötü, güzel-çirkin gibi kavramlar etiğin de temel kavramlarıdır. Estetik özümsemeyi belki de, etiksel değerlerdeki çelişkiden yola çıkarak yaparız. Dünyayı tasarımlamak yada modellendirmek için, biz insanlar, etik ve estetiğin temellerini oluşturan kavramlardan yola çıkarak, gerçek ile ideallerimize en uygun organizmik yapı ya da süreçleri oluştururuz ve bunun dışında olanları reddederiz. Bu her iki disiplin de toplumsal ilişkiler ve toplumsal dönüşmelerde farklı özellikler gösterseler bile, tarihsel süreçlerde hep yan yana giden bir süreklilik göstererek , nesnel dünyayı oluşturabileceğimiz değerleri bu kategorilere göre yaparız.

İyi-kötü, güzel-çirkin, yüce gibi kavramların “güç”lülük ile simgeleştirilmesi ve kusursuz bir evren modeli, tasarlanması, kusuru oluşturan nesne yada insanın ihmal edilmesini gerektirmektedir. Yani dünyayı oluşturan etik ve estetik değerlerin, kusurluluğu yok sayması ile oluşan düşünce kalıplarının nedeni, belki de kusursuz evren-yaratıcı güç tasarımlarının pratik yaşantımızdaki etkilerinden kaynaklanmaktadır. İnsanın kendi eylemlerinde olduğu kadar, kendi yaratmış olduğu şeylerde de, estetik bir değerin varlığı, mutlak zorunlu olan değil ama olması istenen şeydir. Bu bakımdan “güzelliğin yasalarına göre” bir yaratım, aynı zamanda iyi olmak zorundadır. Sanatta güzel ve kusursuz bir biçim olmaksızın sadece içeriğin tek başına bir etkinliğinin olamayacağı, sanat kuramcıları tarafından açıklanmaktadır. Estetiğin uğraş alanı; güzelin aranmasıdır. Etikte de iyi olan, doğru olan güzeldir; güzel olan doğru olan iyidir. Estetiğin ya da sanatın kendi varlığı ile amacının etikteki gibi güzel-iyi ile temellendirilmesi bizi gerçek ile idealleştirmelerin uygunluğu sorusuna götürür. Yüce olan ile aşağı olanı, güzel olan ile çirkin olanla karşılaştırdığımız zaman, estetikteki bu iki kategori çiftinin aynen etikteki anlamlarıyla kullandıklarını ve ortak bir kökenden geldiklerini görürüz. Güzel olanla, yüce olanın doğaüstü kuvvetlerin ve tanrısal bir gücün yaratımları olduklarını iddia ederiz ve aynı zamanda bunlar dünyamızdaki maddesel çeşitliliğin farklı görüntülerini sunarlar.
Güzel olan ile yüce olan arasındaki türeyimsel ve mantıksal yakınlık her ikisininde tasarladığımız dünyadaki olumlu değerler oluşundan geldiği gibi, bu değerlerle ilgili nesnenin bizim idealimize uygunluğunu gösterir; öte yandan, çirkin olan ile bayağı olan ise; olumsuz nitelikleri taşıdıklarını gösterdikleri kadar , bu niteliklerle ilgili nesnenin bizim ideallerimize düşmanca olduğunu da dile getirir. Yani, bu iki karşıt değer çifti üzerine toplumsal yaşantımızı kurarız, hatta oluşumları ve süreçleri de bu ilkelere göre belirleriz. Güzel olanda nitelik ile nicelik; uyumlu ve dengeli olup, pratik yaşantımızda bu kavram, oran,simetri ya da ölçülülük olarak adlandırılır. Yüce olanda ise; nicelik ve niteliğin uygunluğu aranmaz, boyutsuzluk , sınırsızlık söz konusudur. Etikte olağanüstü bir güç, doğa ötesi bir kuvvet olarak tanımlanan tanrı ya da yücenin mükemmelliği ve herşeyin ondan çıktığı görüşü, hakim bir görüştür. Estetikte ise; bu kavram insansal idealin olağanüstü bir güç, alışılmadık bir kuvvet, büyük bir enerji ile ortaya çıktığı durumdur.(Yüce olan şey, insanlar üzerinde güçlü bir etki bırakmakta, kendi gücümüz ve olanaklarımızla karşılaştırılamaz oluşuyla bizde hayranlık ve korkuyla karışık saygınlık uyandırmaktadır. Dinde, yüce tanrının varlığı, insanın bir hiç olduğunu göstermektedir. Bu yüzden insan tanrıdan korkmak ve öbür dünyanın yüceliği ile bu dünyanın gelip geçiciliğini bu öğretiye göre bilmelidir.) Heybetli, insan ölçüsünün üstünde olan şeyler, estetikte tanrının herşeye yeten gücünün bir simgesi olarak kullanılmıştır. Güzellik duygusu ile birlikte özellikle “büyülenme” gibi olguların yerine geçen yücelik duygusu, gerçek olanla ideal olanın uygunluğunun ana kaynağıdır. İdealleştirdiğimiz dünyada, mükemmel olmayanın dışlanması, bizim değerlerimizi oluşturan toplumsal yapı içindeki sınıf ilişkilerine bağlıdır.

Avcılık döneminde, avcılıktaki ustalık, zenginliği de beraberinde getiriyordu. Toplumsal idealliştirmede “güçlü” olan bu ideali, kendinde cisimleştirerek, toplulukta saygınlık kazanarak, artı değeri oluşturuyor, ideal olan şeyi yaratıyordu. Örneğin; kadın figürlerindeki cinsellik öğesinin abartılı olarak verilmesi, anaerkil çağda kendi temel ideal belirleniş şekli içinde, kadının biyolojik işlevini, yani doğurganlığı simgelemektedir. Burda biyolojik yasallığın, estetiksel bir anlam kazanarak, insan idealinin taşıyıcısı haline gelişi vardır.

İlkel insanın, doğanın gerçek gücüne duyduğu hayranlık, doğanın yerlebir edici, aynı zamanda yaratıcı gücüne tapınma, doğanın tanrısallaştırılması ve insanın doğa karşısında çaresizliğini gidermede, insanüstü bir büyü gücüyle kendisini donatmış olması, toplumsal ideallerin oluşumuna neden olmuştur ve dinsel,etiksel,estetiksel olarak dünyanın özümsenmesi kaynağı da bu düşünceden doğmuştur. Dünyayı tasarımlamayı oluşturan niteliklerin” değer” belirleyeci şekilde algılanışı,insanın tarihteki yerini belirlemede de ahlaksal estetiksel bir karakter kazanmıştır.

İnsanın varoluşunun doğayla ilkel bir şekilde yapılan fiziksel savaşımla belirlendiği ilk çağlarda, halk öykülerinde geçen kahramanların karakterlerindeki yücelik, iyi ya da kötü bir anlam taşıdığına bakılmaksızın, o kişilerin güçlü oluşlarına göreydi. İlkel koşullarda güçlü olmak, yaşamda ayakta kalmanın en önemli dayanağıydı ve güçlü olmaları, gereksinimlerini karşılamaları için bir nedendi. Mağaralara çizmiş oldukları resimlerde, kendilerini farklı resmederek, yüzlerini, gövdelerini boyamalarının, bütün bu görüşlerinin nedeni, ilkel insanın pratik yaşamındaki güzellik anlayışına dayanmaktadır. Çünkü, insanın gerçek yüz görünüşünün değiştirilmesi, doğaüstü, mistik ideal dünya tasarımı ile uygunluk kurulmasına yarayan şeylerdi. O dönemde, insanın dış görünüşü, kutsal olanla ne denli benzeşiyorsa, kendi soyundan oolanların gözünde, o denli güzel ve soylu görünüyordu. Yani, insanların kendilerini, güzel saydıkları şeylerle farklı göstermeleri, kutsallaşmış ideal dünyada gerçekliğin bulunmasıydı.

Bu dönemde, toplumsal ideal, tam anlamıyla dinsel-mistik bir karakter taşımamasına rağmen, bu durum , ilkel insanın kendini doğaüstü güçlere eşit veya üstün görmek istediği bir inanış tarzıydı.

Yerleşik topluma geçtiklerimde ise; “ fiziksel güç”, anlamını geride bırakarak, ahlaksal değerleri, daha sonra da, siyasal düzenle ilgili değerleri ön plana almıştır. Böylece yüce ola kavramı, fiziksel büyüklükle değil, etik değerler içinde, estetik değerleri oluşturmuştur. Antik Yunanlılar, insan vücudunun güzelliğini, onun o uyumlu ve dengeli durumunu yüceleştirmişlerdir. Tüm mitolojik kahramanların yada tanrıların güzel, güçlü,iyi olmaları, günümüze kadar gelen sistematik bir mantıksal dizgeyi oluşturmaktadır. (Bu dönemde doğa, insanlar tarafından mükemmeliğin simgeleştirildiği, tüm kötülük ve iyilik tanrılarının, doğadaki fenomenlere göre adlandırılması ile doğanın toplumsal ideallere uyarlanışının göstergesidir.) Pthageras’a göre; “dünya”, ölçü,ritm ve uyum içinde olduğundan, güzellik, tanrı tarafından oluşturulmuş bir şeydi. Pythagoras’den etkilenen Platon ise; uyumlu, düzenli, dingin olan şeyi, öte dünya adını verdiği idealar dünyasında aramıştır. Bütün güzelliklerin idealar dünyasında var olduğunu, yaşanılan dünyanın gelip geçici, kötü olduğunu belirtmiştir ve idealar dünyasının kurgusu olan “Devlet” adlı kitabında ideal bir devletin nasıl olacağıyla ilgili argümanlarında; insanların aynen hayvanlar gibi, güzel-iyi olanlarla çiftleşmesini; sakatların, hasta olanların ise, kendi ideal, güzel devletinde soyu, düzeni bozduklarından dolayı yok edilmeleri gerektipğini savunmuştur. İdeal devletin, üstün ırk tarafından yönetilmesi düşüncesi, toplumsal yapının bugünkü sürecinde, ırkçı söylemlerin kökenini oluşturmuştur. Platon, gerçekliğin idealar dünyasında var olduğu görüşünden dolayı, nesnel dünyanın varlığını reddeder. Herşeyin nedenini, yaratıcı güç olarak adlandırdığı, iyi-güzeli simgeleştirdiği, güneşte bulan Platon, bir ve bütün olarak değerlendirdiği güneşi, değişmeyenin, dönüşmeyenin kalıcı, ezeli ve ebedi olanın gücü olarak göstermektedir. Plato’nun ve Aristotales’in görüşleri daha sonraki dönemlerde, ortaçağ, Rönesans ve günümüz bilim adamları ve filozofları tarafından daha da geliştirilerek idealist bir dünyanın kurgusu yapılmıştır. Yani yaratıcı gücü – yazgının varlığını- toplumsal yaşamın içine yerleştirmişlerdir.

Sistematik felsefenin başlangıcı kabul edilen Antikitenin etik ve estetik değerleri olan, iyi-güzel kavramlarının iç içeliği, batı felsefesinin temelini oluşturmuştur. Dolayısıyla fiziksel güzellik ile erdemin uyumlu birleşmesini gösteren, güzel-iyi ikili kavrayışının öne çıkarılışı, batı felsefesinin ürünüdür. Gerçekliğin ideal olana uygunluğunda, ideal olana erişmek insanların temel hedefi olmuş, bu “ideal” de , kusursuz ve mükemmel yaratıcı güç olan tanrıya yaklaşmak, toplumsal yaşamın ana belirleyici öğesi olmuştur. Ortaçağ’ın güzellik anlayışı; tür, sayı ve düzendir. Ortaçağ düşüncesi, evrenin tanrı tarafından sayı, ağırlık, ölçü temel alınarak yaratıldığını kabul ediyordu ve bu kategoriler aynı zamanda etik ve estetiğğin de görüşleriydi.

Ortaçağ’ın temel görüşü şöyledir; “Güzellik” , bir nesnenin kendisiyle olan uyumlu oranlılığı; tüm parçalarının kendi içindeki ve her parcanın öteki parçalarla ve bütünle, bütünün ise herşeyle olan ahengidir. En üst derecede yalın olan tanrı, kendi kendisiyle uyumun ve oranlılığın en büyük örneğidir.
Güzellik üç niteliği gerektirir. İlki ; bütünlük ve kusursuzluktur. Çünkü, eksik şeyler, bu eksiklik nedeniyle biçimden yoksundur. “Mükemmellik”, “güzellik”, “iyilik”, biçime dayanır ve herhangi birşeyin iyi ve mükemmel olması için biçime ilişkin tüm özelliklere sahip olması gerekir. Biçimi belirleyen, ölçüsü, boyutu, niceliği ve oranıdır. Böylelikle doğa tanrı tarafından yaratılmıştır, o halde çirkin olamaz, mutlaka güzeldir. “Bu dönemde, doğanın bu şekilde “mecazi” olarak kavranışı, insanların aşağı olarak görülmesine , böylelikle de insanların kendi hayallerine ve özlemlerine düşman olmalarını sağlamıştır. İnanç , tanrıya yaklaşma, ortaçağın temel felsefi düşüncesidir. Bu evren anlayışının oluşturduğu dinsel-mitolojik bilinç tanrıları “yukarı” ya ; ya Olympos’a yada gökyüzü katına, kötü ruhları ise yerin dibine, Hades’in yer altı ülkesine gönderiri ve insanlara yüce, güzel olan ile olmayan ayrımını yaptırarak, kendi kutsal inancının yerleşmesini sağlar. Örneğin; Feodal toplum ideolojisinde soylular; doğuştan ve mutlak şekilde üstün, aşağı konumda yer alanlar ise; aynı mutlaklıkla kaba ve bayağı olarak tasarımlanıyordu. Rönesans döneminde, doğaya yeni, estetik bir görünüm verilmesi, yeni bir toplumsal anlatımın ideali olmuştur. Bu ideal; doğanın birliğinin kurulmasına, doğanın bilinmesine ve ondan sevinç alınmasına dayanmaktadır. Çünkü, doğanın en güzel evladı olan insan, nasıl güzelse, doğa da öylesine güzeldir. Rönesans ve Yeniçağ’da doğanın sırlarının çözülmesi ve insanların kendi aklına güvenmelerinin nedeni; Kopernik’in bilimsel çalışmasıyla, dünya merkezli evren anlayışı yerine , güneş merkezli evren anlayışının gelmesidir. İnsanın, uçsuz bucaksız evren içinde kendine, güvenli bir yer bulma istemi, onun geçmişteki kültürü ile oluşturduğu mistik dünya anlayışındandır. Kendi aklına güvenen insan, böylelikle hem etik hem de estetik değer yargılarını değiştirmiştir. Fakat modern bilimsel dönemin başlangıcı sayılan 16.yy’da mekanik bir dünya görüşünden yola çıkılarak, insanın otomat bir makinaya benzetilen doğa ile bütünleşme isteği daha mükemmel bir insan tipini oluşturmuştur. Hiç arıza vermeyen makinalardan çıkan ürünler gibi, insanlar da bu ürünlerin sonucunda kendilerini makinalarla özdeşleştirmiş, tüm yapıp etmeleri, mükemmelliğe, kusursuzluğa erişme noktası ile son bulmuştur. Galile ile başlayıp, Newton ile doruğuna ulaşan mekanikci evren anlayışında, evrenin bir saate benzetilerek mutlak zaman-mekan içinde sürekli, kusursuz, hiç değişmeden akıp giden kapalı bir sistem olarak varsayılması , tanrısal gücün, herşeyin nedeni olamayacağı düşüncesini doğurmuştur. Mekaniksel dünya görüşünde insanın , yeni üretici güçlerin gelişimi, doğanın kuvvetlerine hükmetme yolundaki ilerlemeler, makinaların kendini durmadan aynen tekrarladığı, koruduğu sanılan kalitesi, insanları büyülemişti. Makinaların bu şaşmazlığı, bu güvenirliliği bu kez tersine olarak onu yaratan insanı da tanrılaştırıyor, insanı kendi yarattığı tanrıya özendiriyordu.

Toplumsal yeniden üretim, bir makinenin faaliyeti ile eş tutuluyordu. 19.yy’ın ortalarından itibaren teknolojide makinelerin, insan emeğiyle aşılamaz üstünlüğü, makinelerin çalışma tarzı, insanlarda mutlak güvenirlilik izlenimini uyandırıyordu. Makinelerin, bir kez kurulduktan sonra hiç aksamayacağına , hiç arıza çıkarmadan , insan gücüne oranla çalışacağına mutlak gözüyle bakılması, makinenin yepyeni bir tanrı olarak ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu mekanikçi dünya anlayışında amaçlanan şey; bilgiye, insana, dış dünyaya, mekanik bir güvence yani mutlak güvenirlilik sağlamaktı. Bu mekanikçi pozitivist dünya anlayışının felsefedeki yansımaları, kusursuz olan evrenin bir parçası olan insanın da kusursuz olaçağıdır. Bundan başka insan nasıl yücelebilirdi ki? Böylelikle insanın idealine uygun tasarımlamada tarih boyunca öykündüğü doğaüstü, aristokratlar yerine, yeni bir güç olan makineye öykünmesi, etik ve estetik değerlerindeki mistik yanı ortadan kaldırarak bu kategorilerin ayrışmasına neden olmuştur. “Etik” ve “estatik” değerlerin ayrışması, güzelliğin, iyi ve doğrudan ayrılması, güzel olanın; estetik değer olarak görülmesi, doğruluğun; mantıkta, iyinin de ; etik içinde değerlendirilmesi, dünyayı modellendirmemizde hiçbir farklılık getirmemiştir. Çünkü; her üç kavramın da ideal olana uygunluğu pratik yaşamımızda belirleyici bir yön içermekte, biçim ile içerik ne kadar bir bütün olarak ele alınsa bile her sistemin biçimsel, nicel ve nitel ölçütleri, içeriksel ölçütlerden önce gelir. Denge, uyum, orantı, bu üç kavramın (güzel-iyi-doğru) temel, nitel ve nicel ölçütleridir.

Birçok filozof, kişiliğin gerçek biçimlenişi olan “erdem”lilik kavramından yola çıkarak, güzellik kavramını oluşturmuşlardır. Onlara göre; gerçek; doğruluk ve güzellik olmaksızın, güzellik de; doğruluk olmaksızın varolamaz. Dünyada en doğal olan güzellik, dürüstlük ve ahlaksal doğruluktur. Nasıl ki doğru ölçüler ve uyum müziğin güzelliğini yaratırlarsa , doğru çizgiler bir yüzü, doğru orantılar da mimari yapıtı güzel kılarlar. Doğa, tanrıdan pay almış, uyumlu ve güzel bir düzen olarak anlaşılınca, erdem de, insanın evrende görüp beğendiği bir uyum, düzen ve orantının bireydeki yansımasıdır. Bu anlayış bize şunu dayatmaktadır: Tanrıdan evrene ışıyan uyum, orantı, güzellik ve düzen bir küçük evren olan bireyde, erdem olarak karşımıza çıkıyor. Buna göre; orantılı ve düzenli olan durumların insan için yararlı, doğal ve erdemli olduğunu söyleriz. Şekil bozukluğunu yapan çizgiler ise , rahatsızlık ve hastalık yaratırlar. Fonksiyonel olmayan şeyler uyumsuzluğu gösterdikleri için, erdemli ve yararlı değildir. Güzellik ve doğruluk, herkes tarafından yararlılık ve rahatlık kavramı ile birleştirilir.

Kısaca 18.yy.a kadar gelişen maddesel-zihinsel üretim araçlarındaki belirleyici öğeler, tanrı düşüncesine göre tanımlanarak, nesnel dünyanın varlığı açıklanıyordu. Herşeye biçim veren tanrı, son ereksel mutluluğu da yaratıyordu. “ Doğa”da tanrının bir parçası olduğuna göre, ona biçim veren tanrı, doğanın bir parçası olan insana da biçim vermekte, iyi, kötü, güzel ve doğru kategorileri de kusursuz, mükemmel olan tanrıya yaklaşmak için bir araç olarak kullanılmaktaydı. Herşeyi mükemmel yaratan tanrıya yaklaşmak biçimsizliğin, şekil bozukluklarının, düzensizliklerin oluşturduğu bir dünyanın, yani çelişkilerin varlığının yadsımasıydı. 20.yy.dan sonra da teknolojinin gelişmesi, mükemmel tanrı yerine, mükemmel makine düşüncesini getirmiştir.

Sonuç olarak; tarihsel süreçlerde, insan her zaman kendi gereksinmelerini karşılamak için yararlı olan şeyleri seçmiştir. Yararlılığı da kendisinin dışında yer aldığı kurumların oluşturduğu kurallara göre yapar. Estetiksel beğenisini de hiçbir çelişkiye yer vermeyecek şekilde, kendisine mükemmel olarak sunulan ürnlere yöneltir ve oluşturulan beğeniyi, kendi beğenisi olarak alımlar. Her anlamdaki beğeni, ideolojik veya kültürel önceliklere, tercihlere ve tercih oluşturma, hatta davranış oluşturma sürecine dayanmaktadır. Oysa bu süreç, öğrenme süreci dediğimiz süreçtir ve üretim ilişkileri içinde yer almaktadır. Üretim ilişkileri, yargı ya da doğruluk ilkesini oluşturur. Dünyayı özümsemede kullandığımız kategorilerin doğruluğunu savunurken, aslında üretim tarzımızı dile getirmiş oluruz. Doğruluk ilkesindeki tercihlerimizi nasıl belirlediğimiz sorusuna vereceğimiz yanıt, sosyal ve siyasal aygıtlardır. Bu ilkeleden yola çıkarak oluşturduğumuz evren anlayışı, bize evrenin huzurlu, güvenilir, tekdüze, kusursuz, olmuş bitmiş bir şeyin bir daha değişmeyeceği bir yapı anlayışı sunmaktadır. Ve maksimum dengeye ulaştığı anda, “büyük patlama” adını verdiğimiz ısı ölümü sonucunda, evrenimiz (ya büyük çöküntü sonunda sıcaktan kavrulacak ya da büyük buzulda soğuktan donacak) yok olacaktır. Oysa ki evren kuramcıları; yeni çalışmalar ışığında evrenimizin kusurlu, sanıldığı gibi düzenli, güvenilir olmadığını, dengeden uzak, kararsız, açık bir sistem olarak, çevresiyle sürekli madde alış-verişinde bulunan, ısı ölümüyle yok olmayacağı bir süreç, yapı olduğunu iddia etmektedirler.

Dolayısıyla evrenimizin kusurlu yapılardan ve kararsız süreçlerden oluştuğunu varsaydığımız modelendirmede, insanın hiçte kusursuz olan makineye, tanrısal güce öykünmesine ya da kendine güvenlikli bir yer edinmesine ihtiyaç yoktur. Belli bir güvencenin, mutlak mülkiyet ve doğruluğuna inanmak; eylemlerimizin ve yaratıcılığımızın olasılıklarını yok saymaktır. Etik ve estetik değerlerin üretim tarzına göre biçimlendiği dünyamızda, insanın kendine yabancılaşması, tüketim nesnesi olarak görülmesi ve kendisinin de, kendini bir tüketim nesnesi olarak kabullenmesi, idealleştirilen mükemmel dünya tasarımının sonucudur.

Ayrımcılık ve Sakatlık Olgusu

Ayrımcılık ve Sakatlık Olgusu
Mağdule Demircioğlu
Toplumsal tarihi incelediğimizde, biyolojik ve kültürel farklılıkların, toplumsal davranışı belirleyen düşünce kalıplarında, her zaman bir ayrımcılığı beraberinde getirmiş olduğunu görürüz. Ayrımcılığa karşı oluşan toplumsal hareketlerde bile, bir tür ayrımcılık ideolojisi çıkar karşımıza. Bu en tipik varlığını dilsel anlatımda bulur. Dışlama-aşağılama, kavramlarının anlamlarının içeriksel tanımları; ırkçılık-cinsiyetçilik ideolojilerinde keskin bir görünüme sahiptir. Irkçılık: Toplumda var olan “isim-derinin rengi”-“dinsel ibadet” gibi farklılıkları ayırımlayarak arılaştırma “kendi”, “biz” kimliğini her türlü karışmadan koruma ve şiddet, hor görme, aşağılama, sömürü biçimleri şeklinde toplumsal görüngülerin varlığıdır. Örneğin; kör bir öğretmenin, öğretmenlik yapamayacağı konusunda Isparta’nın bir ilçesinde toplanan halkın tepkisi, bu toplumsal görüngünün işlevselliğini göstermektedir. Aynı zamanda Büyükşehir Belediyesi’nin, bir parkın adını “Cemil Meriç Görme Özürlüler Parkı” olarak isimlendirmesi de.
Toplumsal yapılar içinde hareket eden ve gelişen ayrımcılık politikaları; siyah-beyaz, erkek-kadın, etnik-dinsel olarak toplumsal yaşantımızda yer alır. Fakat sakatlarla ilgili ayrımcılık-bizden farklı, öteki-için sanki geçerli değilmiş gibi toplumda yok sayılır. En büyük ayrımcılık aslında tam da sakatlık olgusunda gerçek görünümünü ortaya koyar. Geleneksel düşünce sistemimizde “yok” kabul edilen sakatlık daha çok mistik ya da kaderci görüşlerin içinde yer alarak, kurtuluşu tanrının kendini daha çok sevdiği için ödüllendirdiği söylenceleriyle akıldışı düşünme yollarına itilmektedir. Günümüzde biyolojik farklılıkların, kültürel farklılıklara dönüşmesi belki de Sosyal Darwinizm’in başarısıdır. Sosyal Darvinizm’de yaşam-mücadele ilkesi doğada güçlü olanın kalabileceğini, güçsüz olanın ise yok olacağını savunan ve bu düşünce aydınlanma, ilerleme döneminin en önemli varsayımıdır. Sakatın elbette doğadaki mücadeleden başarısız çıkacağı ve üretime katkı sunamayacağı için ortadan kaldırılması kaçınılmaz bir gerçek olarak bu düşünceye göre görünmektedir. Bu varsayım toplumsal rekabetin ne kadar güçlü olduğunu bize göstermektedir. Bilimsel gelişmelerden etkilenmeyen katı sosyal Darwinizm pratik yaşamda ahlaki değerler açısından yara alır. Bu varsayım moral, kültür gibi toplumsal kurumlar tarafından düzeltilerek yüzeysel bir nesnellik kazanır. Ahlaki değerlerin etkisi ile ortaya çıkan sonucun toplumsal yansıması, acıma ya da dışlanmadır. Her iki kavramda sakatlık olgusunun biçimlendirilmesinde temel bir özellik olarak bir arada bulunurlar. Biri olmadan öteki olmaz, psikolojik çözümlemede olduğu gibi. (mazoşizm-sadizm) Acıma ve dışlanma toplumda var olan geleneklerin koşullara bağlı olarak değişmesi, başkalaşması ile farklı biçimlere bürünür. Bu bürünmede ayrımcılık, olumlu ayrımcılığa dönüşmektedir. Toplumsal çelişkiler böylelikle düzeltilmeye çalışılır.
Modern çağımız çalışmanın en büyük erdem olduğunu iddia eder. Sakat bu erdemden yoksundur. Çünkü çalışmanın erdemliliği ancak güçlüler için geçerlidir. Kamusal alan yüzyıllar boyunca topluma kendi değerlerini yavaş yavaş birer tanrısal durumuna getirinceye dek yükseltti. Rekabet toplumsal bir hastalık haline dönüştü ve insani değerlerin yerine geçti.
Böylelikle sakat, toplumsal bütünleşme içinde bu paradigmaları içselleştirerek, idealleştirilmiş toplumsal yaşamın kendisi tarafından bozulduğunu varsayarak, kendini tamamen içine kapatır. Karşı çıkışları toplumsal hareketin dinamik değişkenlerinden biri değildir. Sadece kendine bu dinamik değişkenler içinde bir kimlik arar. Bu kimlik arayışında, onun kendine uygulanan ayrımcılığın farkına varmadan, ya da bilinçli olarak kabulune yöneliktir. Ülkemizde evrensel anlamda var olan ayrımcılık karşıtı hareketin içinde sakatlık olgusu yoktur ve bunu hiçbir sakat örgütü de temel sorun olarak görmez. Ama gerçekte temel sorun budur. Toplumla bütünleşme olumlu ayrımcılık adını verdiğimiz bu düşünce kalıplarının yok edilmesi ile sağlanır. Ülkemizde son dönemlerde oldukça yaygın bir ayrımcılık politikası uygulanmaktadır. Örneğin, anayasanın temel varsaydığı eşitlik ilkesine uyulmadığı görülür. Anayasada var olan keller, körler, topallar öğretmenlik yapamaz yönetmeliğinin ortadan kaldırılmasına rağmen, bir yüksek öğretim kurumunda öğrenim gören körün, körlüğünden dolayı uzmanlık alanında çalışmaması ayrımcılığın en belirgin göstergesidir. Çalışma alanında ise sakatın hiçbir işe yaramayacağı varsayımı ile hareket eden büyük kurumlar sadece kendilerini ahlaki açıdan tatmin edebilme adına sakatı üretime dahil etmekte ama ona yetenekleri doğrultusunda iş vermeyerek aşağılamakta ve bir tür hayırevi görevi üstlenmektedir. Oysa sakatın üretimde rol alması onun en doğal hakkıdır. Çünkü iki dünya savaşı sonunda ortaya çıkan iş gücü açığını kapatmak isteyen işverenler, çocukları ve yaşlıları daha fazla sermaye birikimi için, üretimin içine kattığına göre, elbette “sakat olarak” adlandırdığı yetişkin insanın işgücüne ihtiyaç duyacaktır.
Sınıfları yeniden çözümleyen bazı sosyal tarihçilere göre, toplumsal muhalefetin içinde yer alan sakatların, toplumsal kurumların dönüşümünde etkin bir rolü olacağı iddia edilmektedir. Biz de bu aynı düşünceyle insan haklarının tam uygulanacağı bir sistemin, ayrımcılığı ortadan kaldırabileceğini düşünüyoruz ve bunu ancak bu dönüşümü sağlayabilecek toplumsal hareketlerin içinde yer alarak başarabiliriz.