(9-11
Ekim tarihleri arasında Ankara’da düzenlenen, “Engellilerin Sosyal Refahı
Açısından Uluslararası Bilgi ve İletişim Teknolojileri Kongresi”nin açılış
bölümünde yaptığım konuşmanın tam metni.)
İnsan,
geliştirdiği araçlarla, bu araçları kullanarak ürettikleriyle, kendini ve onu
çevreleyen zamansal, mekânsal, toplumsal ve doğal alanı yeniden üretir.
Geliştirilen
her yeni araç, selefi sayılabilecek araçların yaşamdaki yerini dönüştürerek ve daraltarak,
toplumsal yapının zamanla kendine uygun şekilde yeniden düzenlenmesine yol
açar. Öyleyse, insan bir bakıma kendi ürettiğinin kuludur. İnsanların toplumsal
düzendeki yerini de, bu araçlarla olan ilişkileri tayin edegelmiştir. Onları
kullanma yetisi ya da olanağına sahip olanlar, deyim uygunsa ‘sevilen’,
kullanamayanlar ise ‘üvey kul’ muamelesi görmüştür.
Bir
bilgi, fikir ve duygu üretme, kaydetme ve yayma aracı olarak kullanılagelen
yazı ve onun ilki olan ‘yazı tanrıçası Elif’in de, en azından günümüze kadar,
körlere ‘üvey kul’ muamelesini reva gördüğünü söyleyebiliriz. Homeros’un
kulakları çınlasın; -bu, Kuran’ın ezberlenmesi işi olan hafızlıkla
özdeşleştirilmiş körler için de geçerli- bilgi, duygu ve düşünce üretme ve
yayma aracı olarak tahtta sözün bulunduğu dönemlerde,
körler iletişim süreçlerine aktif olarak katılabiliyorlardı.
körler iletişim süreçlerine aktif olarak katılabiliyorlardı.
Okuduğum
pasaj, 6 yıl önce, tarihsel süreçte körlerin yazıyla imtihanını irdelemek
için kaleme aldığım ve kızım Elif’e
ithaf ettiğim bir yazıdan.
İnsanlık
tarihi son dönemde de, elbette siyasi, sosyal ve iktisadi süreçlerle etkileşim
içinde, küremizdeki yaşamın baştan ayağa yeniden düzenlenmesine yol açan gelişmelere
tanıklık etmeye devam ediyor. Matbaa, daktilo, telgraf, telefon, radyo,
televizyon, bilgisayar, internet derken; bu saydıklarımın hepsinin işlevini
kendinde toplayan araçların günlük yaşamımızın ve hatta vücudumuzun
vazgeçilemez bir parçası haline geldiği bir dönemden geçiyoruz. İnsanla insan,
insanla makine ve makineyle makine arasındaki bilgi akışını muazzam ölçüde
artıran ve yaygınlaştıran teknolojileri anlatmak için bilişimden daha iyi bir
terim kullanılamazdı sanırım. İngilizce’de bir kelimeyle ifade edilen kavramlar
için Türkçe’de birden fazla kelimeye ihtiyaç duyduğumuz çok olur. Bilişim
sözcüğü, bunun aksine bir örnek olduğu için de dikkat çekici.
Geçenlerde,
Siri’den sabah altı için alarm kurmasını istedim. Bana ne dese beğenirsiniz:
“sabah altı için alarm kurdum. Ama beni uyandırma sakın!...” Bunu duyunca tuhaf
hissettiğimi itiraf etmeliyim. Siri’nin bu cevabı bana, bir mağazanın kapısında
bekleyerek, içeri giren ve çıkan herkese, aynı ses tonu ve tavırla “iyi günler
efendim” diyen çalışanları ve günlük egzersizini, akıllı bilekliğinin gönderdiği
komutlara göre yapan insanları hatırlattı. Bu örneklerin, teknoloji geliştikçe makineler
insanlaşırken, insanların da makineleştiği görüşüne meylimi hızlandırdığını söylemeliyim.
Velhasıl
her yeni tekniğin insanlığa kattığı ve insanlıktan eksilttiği çok şey var. Bunu
bilişim teknolojileri özelinde düşündüğümde, bilişimin uzağı yakın kılmakla
kalmadığı, yakını da uzak kıldığı kanaatine varıyorum. Benzer bir şekilde,
internetin doğru bilgiye ulaşma hızımızı arttırmakla kalmadığını; yanlış
bilginin peşimizde koşma hızını da ivmelendirdiğini; bilgiye ulaşmamızı
kolaylaştırırken kendi belleğimizi de tembelleştirdiğini düşünüyorum. Genel
etkilerinin yanısıra, yeni tekniklerin, konuşmamın başında da değindiğim gibi, sakatlara
özel sonuçları da oluyor tabii. Örneğin, telefonun ve radyonun yaygın
kullanıldığı dönemlerde sağırların;
bilgisayarlı ortamların konuşmasını sağlayan teknolojilerden önceki dönemde de
körlerin iletişim süreçlerinden dışlanması söz konusu. Biz, Sakatların sosyal
refahı ve bilişim teknolojileri kongresi için buradayız. Dolayısıyla, bilişim
teknolojilerinin sakatların sosyal refahını nasıl etkilediğini irdeleyeceğiz
ve bu teknolojilerden sakatlar açısından
daha etkin faydalanılabilmesinin yollarını arayacağız.
İzninizle,
ben de, felsefe karın doyurmaz lakin, felsefe olmadan da karın doyurulmaz
sözünden hareketle, sakatlık ve bilişime dair politika oluştururken ve proje
geliştirirken dayanılmasını önerdiğim yaklaşımı aktarmaya çalışacağım.
Evet,
günümüzde bilgisayarlı ortamda bulunan bir metin, monitör aracılığıyla ‘yazı’ya,
konuşma sentezleyiciler aracılığıyla ‘söz’e, kabartma ekranlar aracılığıyla da
‘Braille yazı’ya dönüştürülebiliyor. Bu bağlamda, tarihte ilk kez aynı zamanda
üç duyuya birden hitap edebilen bir iletişim tekniğinin ortaya çıktığını
söyleyebiliriz. Bunlara, fotoğrafı çekilen belgeleri metin olarak dijital
ortama aktaran ve insan konuşmasını doğrudan metne dönüştüren teknolojileri de
eklediğimizde, etki alanı geniş kesimleri kapsayan bir toplama ulaşıyoruz. Dijital
ortamda hazırlanmış belge ve yayınların sayısı her geçen gün artarken,
internet, milyonlarca yayına ulaşılmasını mümkün kılan zengin bir kütüphane ya
da her an güncellenen tek bir kitap hüviyeti kazanıyor.
Hasılı,
bilgi üretme, kaydetme ve dağıtma süreçleri dijital ortama taşındığında,
dokunma ya da konuşma yetilerinden birine sahip olan kişiler bu süreçlere aktif
olarak katkıda bulunabildiği gibi, görme, işitme, dokunma yetilerinden herhangi
birine sahip olan kişiler de bu süreçlerle üretilmiş bilgiye kolaylıkla
ulaşabiliyor.
Bu
noktada karşımıza erişilebilirlik kavramı çıkıyor. Kamuya arz edilen
hizmetlerin, ürünlerin, işlemlerin ve medyanın erişilebilirliğinin yanısıra,
bunlara erişmek için kullanılacak araçların erişilebilirliği. Evet, yeni dünya
teknik açıdan dünyayı sakatlar dahil daha fazla insan için erişilebilir kılmayı
vaat ediyor. Lakin bu vaatin gerçeklenmesi, iktisadi, siyasi ve sakatlar dahil
sosyal unsurların bunu istemesini ve bu isteğe uygun aksiyonlar almasını da
gerektiriyor. Örneğin, bir kamu kuruluşunun, web sitesini körlerin kullandığı
ekran okuyucu yazılımlar için erişilebilir tasarlamasının, yer verdiği sesli
içerik için altyazı ya da işaret dili kullanmasının önünde teknik açıdan bir
engel yok. Bir hastanenin sıramatiklerini, bir bankanın ATM’lerini
seslendirmesinin önünde de öyle. Braille alfabesini bilen kör birinin,
erişebildiği medyayı kulaklarını yormadan braille ekran kullanarak takip
edebilmesi, ihtiyaç sahipleri için bu aracı temin edecek sosyal politikalara
bağlı.
Doğrusu,
henüz ilgili kesimler erişilebilirlik kavramını bir gereklilik ya da zorunluluk
olarak konumlandırmaya pek yakın gözükmüyor. Bu konuda yapılan çalışmalar da,
sosyal sorumluluk anlayışıyla, PR faaliyetleri kapsamında yürütülüyor çoğu
zaman. Örneğin, ATM’lerinin seslendirilmesi için görüştüğüm bir banka, bu
çalışmayı başka bir bankanın başlatmış olmasından bahisle, konunun öncelikleri
arasında olmadığını söyleyebiliyor. Benzer bir şekilde, ATM’lerinin
seslendirilmesi çalışması yaptığımız başka bir banka, sadece para çekme
menüsünün seslendirilmesini önerebiliyor ya da kör müşterilerin ihtiyaçları
diğerlerinden farklıymış gibi, körlerin en çok hangi menüleri kullandığını
sorabiliyor.
Sakatlık
ve bilişim denince aklıma, ilk gayesi karlılık olan işletmeler, ilk gayesi bu
işletmelerdeki kariyerini güçlendirmek olan uzmanlar, ilk gayesi siyasal erk
kullanmak olan politikacılar, ilk gayesi politik sistemdeki kariyerlerini
güçlendirmek olan bürokratlar, özetle, ilk gayeleri sakatların ihtiyaçlarını karşılamak
olmayan birçok unsur geliyor. Bu unsurların, erişilebilirlik kavramını
gözetmelerinin kendilerine de fayda sağlayacağına ikna olmaları gerekiyor. Bunun
için, müzakere ve mücadele gücü yüksek, esnek, dinamik, müşterekler etrafında
kenetlenmiş ve sakatlığı doğru tanımlayan bir sakat hareketine de ihtiyacımız
var.
Şimdi,
katılımcılara örneğin körlük nedir diye sorsam, çoğunluğun durumu, görme yetisinin
yitimi olarak anlatacağına eminim. Oysa körlük, görmek dışındaki yetilere
dayanarak yaşama halidir. Görme yetisinin yitimi, bu yaşamın başladığına işaret
eder yalnızca. Öyleyse sakatlığı da, yaşamı, yitirilmemiş olan yetilere dayanarak
kurma zorunluluğu ve bu süreçte mevcut yapı tarafından çıkarılan güçlüklerle mücadele
etme sorumluluğu olarak tanımlayabiliriz. Bu kuruluşta bilişim teknolojilerinin
varlığı önemli bir destek sunuyor. Ancak, sakatlığı az önce tanımladığım gibi
değil de, yeti yitimi dolayısıyla kişisel bir trajedi içinde olma durumu olarak
tanımlarsak, sakatları da sürekli olarak başkalarının yardımına ihtiyaç duyan
kişiler olarak konumlandırmış oluruz.
Dahası,
yardım, niceliği ve niteliği, yardım edilenin ihtiyacından ziyade bunu
yapabilecek olanın donanımı ve isteği tarafından belirlenen bir fiil. Sosyal
sorumluluk, yardım fiilinin kurumsallaşmış adı olduğuna göre, aynı durum onun
için de geçerli. Hakim yaklaşım, sakatlığı yeti yitiminin gerçekleştiği ana
indirgediği için, sakatlara yönelik aktivitelerini de o yitimin telafi edilmesi
anlayışıyla yapıyor. Bu kavrayış, adlandırmalara dahi yansıyor. Körlerin,
işitsel yolla navigasyon yapabilmeleri adına geliştirilen bir projenin “gören
göz” olarak adlandırılması bu yüzden. Oysa yapılan işin görmekle en ufak bir
ilgisi yok. Bir firmanın, işaret diliyle verdiği çağrı merkezi hizmetini “duyan
eller” olarak adlandırmasının arkasında da aynı anlayış yatıyor. Esasen, hizmetin
işaret dili ile verilmesinin, Türkçe olarak verilmesinden hiçbir farkı yok. Bu
adlandırmalar, gerçek duruma işaret etmediği gibi, kör ya da sağır insanların
görme ya da işitme yetisinden yoksun olduklarını tekrar tekrar hatırlatma
işlevini de görüyor. Bu isimler aynı zamanda, sakatlığa sakat olmayan
insanların bulunduğu yerden bakıyor olmanın sonuçları. Körler okuluna ya da
braille alfabesiyle basılan bir gazeteye “gören eller” adı verilmesi de bu
yüzden. Yıllardır, körlerin bilgisayarlara erişimini sağlayan yazılımları
anlatmak için yadırgamadan kullandığımız “ekran okuyucu” ifadesi dahi, görme
merkezli bir isim. Oysa, bu programlar ekran okumak şöyle dursun, bilgisayarın
ekran olmadan da kullanılmasını sağlayan yazılımlar. Bilgisayarda olan bitenin
görüntülenmesini sağlayan tekniğin, “hoparlör görüntüleyici” olarak
adlandırıldığını düşünün. Kulağa nasıl geliyor?
Demek
istediğim özetle şu, Nasıl ki, erkeği doğurma ya da emzirme engelli, insanı
uçma engelli olarak tanımlamıyorsak, sakatlığı da sahip olunmayan yetiler
üzerinden tanımlamamamız gerekir. Şimdi, yine katılımcılardan kendilerini
tanıtmalarını istesem, kim sahip olmadığı yeteneklerden, yapamadıklarından ya
da zaaflarından bahseder?
Aslında,
sakatların sosyal süreçlere gerçekten dahil olmalarının ikameci, yardıma dayalı
politika ve projelerden değil; sakatların mevcut yetilerini ve kullandıkları
araçları hesaba katarak geliştirilen çözümlerden geçtiğine dair somut bir çıktıdan
söz edebiliriz. Çevrenizdeki körlerin ağırlıkla hangi marka telefon
kullandığına bakın, ne demek istediğimi anlayacaksınız. BU, erişilebilirliğin
gözetilmesinin, bunu yapanın ilk gayesine ulaşmasına da, kârlılıktan söz
ediyorum, katkıda bulunduğunu apaçık gösteriyor.
Görüldüğü
gibi, sakatlığın olağan ve sıradan bir durum olarak konumlandırılmasıyla
erişilebilirliğin gözetilmesi arasında, karşılıklı bir neden sonuç ilişkisi var.
İnsanlık yaşam alanlarını nasıl ki uçaklara, arabalara uygun tasarlıyorsa, tekerlekli
sandalyeler için de aynı şeyi yapmak durumunda. Firmalar web sitelerini,
yazılımlarının arayüzünü, broşürlerini vs nasıl ki başka başka dillerde
hazırlıyorsa, kamuya arz ettiği bilgi ve hizmetlerin, farklı yetileri
kullanarak yaşayan insanlar için de erişilebilir olmasını gözetmek durumunda.
Sakatlar sosyal süreçlere, yitirdikleri yetiler üzerinden değil, ancak mevcut
yetilerine dayanılarak dahil edilebilir. Dilerim bu kongre, konunun bu şekilde
kavranmasına yardımcı olur ve herkes için daha erişilebilir bir dünya için yol
açıcı bir işlev görür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder