11 Eylül 2017

Sakatlayan Kapitalizm ve Sakatlığına Tapan Narsist İnsan



Sakatlayan Kapitalizm ve Sakatlığına Tapan Narsist İnsan
            Sakatlık çalışmaları genellikle sakatların demografik özelliklerini, işgücüne katılım oranlarını, eğitimsel durumlarını, toplumsal entegrasyonunu yada ekonomik alanda yoksulluk- açlık sınırında oluşları hakkında veri ve ek bilgileri içerir. Sakatlığın oluş nedenleri, sakatlığa karşı sergilenen tutum, davranış ve istatistikler yine inceleme konusudur. Ne var ki bu çözümlemeler, sakatlık alanında geleneksel Ortodoks çalışmalara tekabül eder. Çünkü bu çalışmalar  kapitalizmin sosyal devlet anlayışının  Keynezyen ekonomik politikalarında vücut bulan formel alanın sosyo-ekonomik sorunlarını kapsar. Oysa günümüzde formel alanın paradigmaları sorunlu olduğu iddia edilerek küresel sermaye tarafından işlevsiz hale getirilir. Böylece devletin müdahalesiyle uygulanan sosyal politikalar küreselleşmeyle birlikte muğlak ve keyfi kurallara göre egemen sınıfın talepleri doğrultusunda yürütülür. Kapitalist sistem, küreselleşme aracılığıyla modernizmden postmodernizme, fordizmden postfordizme  yeniden işi ve emeği örgütlemesi,  toplumsal ilişkileri düzenlemesi, yeni bir kültürün ve dilin  ideolojisini inşa etmesiyle  sosyal devlet anlayışının geleneksel yapılarını etkisiz kılmıştır.  Bu çerçevede toplumsal bir sorun olan  sakatlık alanı da sivil toplum örgütlerinin   hayırseverlik (filantropi) politikalarına terk edilmiştir. Yani yasal düzenlemelerden sorumlu olan sosyal devlet anlayışı yerine hayırsever kurumlar devreye sokularak hak aramalar geçersiz kılınmaya çalışılmıştır. Sosyal politikaların yerini hayırseverlik ve gönüllülük ilkeleriyle hareket eden informel alana bırakması insanı daha öngörülemez bir yaşamla karşı karşıya bırakmıştır. Aslında gerçek şudur; kapitalizmin piyasa koşullarına bağlı mekanizmalarıyla insanın emeğine yabancılaştırılması sistemin doğasından kaynaklanmaktadır. Sistemin açmazlarını gidermede karar mekanizması olan finansal sermayeyle gelişen küreselleşmenin ortaya çıkardığı esnek çalışma koşulları ve toplumsal örgütlenmeleri sınırlayan yapısıyla beraber hat safhaya ulaşan bu yabancılaşma güvencesiz bir yaşamı zorunlu hale getirir.
            Bedensel sakatlığı olan bireye özgü patolojik durum ile kapitalizmin hastalığı “yabancılaşma” özdeşleştirilebilinir mi? Yani bu kavram bedensel sakatlıkla ilişkilendirilebilir mi?  Toplumsal bir yaratı olan sakatlığın anlamının bedenden kültür alanına kayması; kapitalist üretim tarzıyla ortaya çıkan yabancılaşma ile açıklanabilir mi?
Bu iki kavram birlikte ele alındığında yabancılaşma kavramının içeriği sakatlığın tıbbi anlamıyla benzer özellikler taşır. Hem yabancılaşmanın hem de sakatlığın  bireye özgü patolojik bir durum olduğu  toplum tarafından iddia edilir. Kapitalizm de inşa  edilen  bu  anlayış, insanın emeğine, doğaya ve bedenine yabancılaşması kendi değersizliğine yönelik patolojik bulgular narsisizmde kimlik bulur. Kapitalizm sermaye birikim sürecinin sonucu olarak insanı, kendi emeği dahil her şeyi metalaştıran  yani piyasada alınıp satılabilen bir nesneye indirgemiştir. Kendine ve doğaya yabancılaşan insan, kendine göre üstün, farklı olma haliyle kendi dışında saydığı herkesi ve her şeyi arızaya uğratma eğilimine girer. Bunun en yıkıcı sembolü ise savaştır. Silah sanayisiyle tıp endüstrisi ve buna bağlı  sektörler birbirleriyle iç içedir. Savaşlar  bir sakatlama makinesidir. Çünkü, sakatlama aygıtı  daha fazla gelir elde etmenin bir aracı olarak  bütün yaşamsal faaliyetlerin düzenlenmesinin geçerli olması demektir. Örneğin; silah endüstrisi biyolojik silahlar ve kimyasal gazlar üreterek toplu ölümlere, kanser gibi hastalıkların meydana gelmesine  neden olur. Böylece silah tekelleri aynı zamanda  sağlık sektörüne kaynak yaratır. Büyük kimyasal ve tarımsal ürünler  üreten tekeller, tarımda daha fazla ürün elde etmek için  genetiği  oynanmış tohumlar üretip geleneksel tarım üretim biçimlerini geçersiz hale getirmesiyle tarımsal alanları kapitalist üretim ilişkilerine bağlı kılmıştır. Aynı zamanda bu tekeller yeni ürettiği bu teknolojileri büyük bir buluş diyepiyasaya sürerek hem karlarını arttırırlar hem de toplumu açlıkla mücadele gibi faydalı bir şey yaptıklarına inandırırlar. Bunun sonucunda insan bedenine, metabolizmasına ve doğanın ekosistemine müdahale ederek onu arızaya uğratırlar.   İşte bu değersizliği kutsayan söylemler üzerinden doğanın neden sakatlandığı, araştırmamızın temel nesnesidir . Bu sorular ekseninde konuyu irdelemek bize çalışmamızın argümanı olan narsisizmin, neoliberalizmin yeni insan tipi ve kültürü olduğunu ve sakatlık çalışmalarından faydalanılarak  farklı perspektiflerden çıkarımlarda bulunmak doğayı da sakatlayan mekanizmalar hakkında karşılaştırma yapma imkanı sağlar.

Giriş
            Sakatlık problematiğinde merkezi konumda olan ayrımcı uygulamalar ekonomik, kültürel ve siyasal yapılarda kimlikler üzerinden yeniden üretilirken bunun ideolojik alt yapısı da sosyal politikalarla  mitleştirilen "normalleştirme" söylemiyle  gerçekleşir. Zira bu söylem refah döneminde pozitif ayrımcılık kavramı ile temellendirilir. Böylece  toplumsal eşitsizliğin giderileceği yanılsaması geçerlik kazanır. Küreselleşmeyle birlikte ise bu yaklaşım yerine alternatif, bireysel başarı odaklı,"sosyal"inin üstü çizilmiş politikalar aracılığıyla "kendine yabancılaşan" birey anlayışı somutlaşır.
            İnsanın kendine yabancılaşmasıyla birlikte doğanın neden yok edilmek istendiğinin ipuçlarını veren mekanizmalar Karl Marx'ın El Yazmaları'nda (s.76-83) belirttiği gibi insanın egemen olma arzusudur.
            Doğa, duygusal dış dünya olmadıkça işçi hiçbir şey yaratamaz. Doğa, işçinin emeğinin üzerinde gerçekleştiği, üzerinde etkin olduğu gereçtir, işçi doğadan ve doğa yoluyla üretir. Ancak doğa emeğe yaşama araçları sağladığı gibi- çünkü üzerinde çalışacak nesneler olmadıkça emek yaşayamaz-daha sınırlı anlamıyla yaşama araçlarını da sağlar- yani işçinin kendisinin fiziksel beslenmesi için gerekli araçları. Böylece işçi emeğiyle dışsal dünyaya, duygusal doğaya ne kadar çok sahip olursa, kendini iki bakımdan da yaşama araçlarından yoksun kılmış olur....... 1) emeğinin ürüne yabancılaşması, 2)üretim edimine yabancılaşması 3) kendi türüne yabancılaşması 4) insanın insana yabancılaşması
            İnsanın kendine ve doğaya yabancılaşması, doğadan ve doğa yoluyla ürettiğiyle; üretim tarzıyla ilgilidir. Kapitalist üretim tarzının rekabeti, hırsı daha çok sermaye birikimini körüklemesi insanın kendine ve doğaya yabancılaşmasını sağlar; egemen olma arzusunu güçlendirir. Doğanın bir parçası olan insanın doğadan kopma arzusu aynı zamanda özgürleşme istemidir. Bağımlılıkla iç içe geçmiş ilişkisinde insan, doğadan her ayrışma çabasında onu yeniden tahrip etmiştir. Tıpkı bir bebeğin doğası gereği ilk aylarındaki bağımlılığından dolayı annesinden ayrışamayacağı gibi… Çözümlenmesi oldukça zor olan,  bağımlılıkla iç içe girmiş bu ilişki de  insanın doğadan ayrışma istemi onun en büyük yanılsamasıdır. Aynı örnekten gidersek bebeğin ilk aylarında annesinden ayrışma çabası onun ne kadar gerçek istemse; insanın doğadan bağımsızlaşma istemi de o kadar gerçektir. Çünkü bu istem kapitalizm tarafından meta haline getirilmiş kendine yabancılaşmış insanın arzusudur.
            Buradan hareketle sakatlık-doğa ikiliği arasında bir bağlantı oluşturmamız istenirse her ikisinin de arızaya yada müdahaleye uğraması bunun da gene insanın yapıp etmeleriyle olduğudur. Annesiyle kurduğu ilişkide nasıl ki bir  bebek sorunlu ve zamansız ayrışırsa patolojik sonuçlar ortaya çıkarsa, doğadan ayrışması sorunlu olan insanın doğayı yok etme istemi de bu sakatlamayı açıklayabilir mi?   Doğayı bize düşman bir nesne olan  sakatlık üzerinden kurgulamak belki de  güçsüzlüğümüze sürekli vurgu yapan doğayı neden  yok etmeye çalıştığımızı da anlamamızı sağlar. İnsanlar genellikle sakat kalmaktansa ölmeyi tercih ettiklerini dile getirirler. Ölmeyi sakatlanmaya-sakat doğmaya tercih eden insan nasıl oluyor da gerek savaşla gerek toplumsal sistemiyle canlı cansız demeden her şeyi sakatlıyor? Dünyada yaşayan bütün halklar ya da toplumlar başlarına gelecek en korkunç olayın, ölümden de kötü saydıkları sakatlığı, şizofren ve paranoyak bir tutku ile her gün bu sistemde yeniden inşa ediyorlar.           Kapitalizmde artı değer üreterek piyasadaki metalar gibi insanlarda karşılılığının değerini bilmeksizin piyasada dolaşıma girerler.Hammadde deposu olan doğa ve emeğin ürünlerini, insan emeğini sakatlamak kapitalistin karını maksimize etmesinin araçlarından biridir. Yaşamak ve yaşatmak kapitalist için egemenlik kurmanın kaynağıdır. Bu egemenliğin simgeleştiği savaş yoluyla öldürmeyi yüceltmekte ve tarihi arkeolojik bulguları atmosferi, tabiatı, ormanı pazar uğruna talan etmekte; tabulaştırılan özel mülkiyet için insanlığın ortak kullanım değerleri ve kazanımları yok edilmektedir.  Bunun nedeni elbette değer belirleyen metaya içkin olan her şeye yetkin olan orta malı, Marx’ın Shakespeare'in Atina'lı Timon oyunundan alıntıladığı deyişiyle “orospu paradır”. Özünde meta olmayan parayı metalaştıran kapitalizm küreselleşmeye doğru evrilirken, kuralsızlığı-mekansızlığı yaşam tarzı haline getirmiştir. Sermayenin kar oranları düşmesine karşı toplumsal ilişkileri yeniden örgütleyerek talep yetersizliği açmazını gidermek amacıyla tüketim kültürünü yaratmıştır. Tüketimi mutlaklaştırmak için de arzu içgüdüsünü ve hazzın doyurulmasını amaçlayan küreselleşme anlara bağlı gelip geçiciliği ve beğeni duygusunu kutsallaştırmaya ihtiyaç duyar.Bu tutkulardan oluşan sakatlığı, bir makinenin kitlesel meta üretimindeki gibi yeniden üreten kapitalizm,bireyin toplumsal ilişkilerde bilinçsizce ve psikopatolojik bir zorunluluk yada yaşamını idame etmesi için olmazsa olmaz bir koşul gibi dayatmaktadır.
            Günümüzde insan eylemlilikleri arzu içgüdüsünün metalaşmasıyla cisimleşen, tanrısal güç elde etmek için her şeye yetkin ve muktedir olma ütopyası üzerinedir. Arzu güdüsünün metalaşması insanların birbiriyle ve doğayla kurduğu ilişkinin temeline oturmaktadır. Beğenme-beğenilme istenci,  arızalanmış arzuları tüketimin kışkırtıcılığına mahkum eder. Bu nedenle günümüzde insan-doğa-kültür üçlemesinde sakatlığa tahammülsüz ama sürekli sakatlayan-sakatlanan insanın en yaygın psikopatolojisi narsisizmdir..
            Finansal sermayenin hakim olduğu toplumsal ilişkilerde arzuyu bastıran değil açığa çıkaran narsistik birey sistemin zaten talebidir. Sermayenin tüketim kışkırtıcılığı narsistlerin bitmeyen arzularıyla bütünleşir. Yeni kimlikler artık bireysel hazza yönelik arzu tatminini doyurmak içindir. Narsistin doymayan arzuları sermayenin kar arayışıyla örtüşmektedir.Fakat arzu hiç doyuma ulaşamamakta; iktidar ve sömürü mekanizmasıyla sürekli yeniden üretilmektedir. Buradaki sorun, bu ikilinin sonsuz hırslarının sınırlı çevreyle/doğayla/kültürel kaynaklarla karşılanmasıdır. Bu nedenle konumuz açısından narsizm, psikanalizdeki güncel kullanımından daha geniş bir alana yayılır.
Narsizmin anlamı, kavramın temsil ettiği gerçekliğe ilişkin söz konusu belirsizlik, geniş hacimli literatüre göz atıldığında kolayca fark edilir. Örneğin nesnesiz evren de narsisistiktir, nesne ile özdeşleşme de; süblimasyon da bir yanıyla narsisistik bir süreçtir, psikotik regresyon da; insan ilişkilerinden kaçan şizoid de narsisistiktir, yalnızlığa tahammül edemeyen sosyallik düşkünü biri de; heteroseksüel “çapkın” bir erkek de narsisistik olarak değerlendirilir, eşcinsel bir erkek de; “dünyevî” heveslerinden geçip “öbür dünya”ya yatırım yapmış bir sofu da narsisistiktir, dünya zevklerine kendini kaptırmış bir hedonist de; her koşulda özgürlüğüne titizlenen bireyci de narsisistik sayılır, nesneyle kaynaşma peşinde koşan bir hayat tedirgini de ve dahası hayata tutunmak için uygarlık inşa eden tüm bir insan soyu da narsisistik bir uğraş içinde görünür...... Narsizm arzudan özgür olma arzusudur.  (H.Kızıltan)
            Kendi arzularının nesnesi olma hali artık güncel yaşantımızda karşılaştığımız istisnai bir durum değildir. Bu durum, insanların kendileri dışındaki herkesi-her şeyi kendi arzu nesneleri haline getirdiği yaygın toplumsal patolojiye dönüşmüştür. Narsistik kişilik günümüz kültürüyle kendisinin beğenilme tutkusunu psikopatolojik bir hastalık olan teşhircilikle her gün üretmektedir. Yoksunluk ve tutkular teşhircilikle simgeleşmektedir.
            ….fotoğraf görüntüleri varoluşumuzun kanıtını sunarlar; onlar olmadan kişisel bir tarihi yeniden kurmakta bile zorlanırız”.(C. Laschs:89)
            Günümüzün teknolojik harikası olan akıllı iletişim araçlarıyla edindiğimiz sanal kişiliklerimiz bile yoksunluğumuzu-sakatlanmışlığımızı yani bir türlü tam hissedememe duygusunu giderememiştir. Sanal teşhirciliğin verdiği haz duygusunun vardığı boyut doğum gibi yeniden yaşam üreten halden ölüm gibi travmalarımızı bile sergilemeye dayanmaktadır. Bunu, annenin yeni doğan bebeğinin kanlı halinin fotoğrafını Facebook hesabına yüklemesinde, pazar kahvaltı keyfi başlığında özenle hazırlanmış masanın, yenilen yemeğin, içilen kahvenin, okunan kitabın, yapılan tatilin, yolculuğun kısacası günlük hayatın hemen hemen her anının varoluş nesnesi haline gelmesinde izleyebiliriz. Facebook'ta yeni doğan bebeğinin fotoğrafını paylaşan anneyle, mülkiyet duygusuyla kendi neslinin devamı gördüğü çocuklarını ve karısını canice öldüren bir psikopatı nasıl denkleyebildiğimiz sorgulanabilir. Elbette ki bu iki insanın aynı eylemlilikle birbirinin yerine geçebileceğini iddia etmiyoruz. Kastettiğimiz nesneleştirmenin narsistçe her şeyi/herkesi kendi amacı doğrultusunda araçsallaştırmasının vardığı boyuttur. Psikopat bunu kurbanını katlederek, anne bebeğini teşhir ederek, politikacı hiç tanık olmadığı insanların üzerine bomba yağdırarak yapar. Psikopat da, anne de, politikacı da -kendi çapına göre- çevresini sakatlayarak narsist benliğini tatmin eder.
            Narsizm kavramı son zamanlardaki toplumsal değişimlerin psikolojik etkisini anlamanın bir yolunu sağlar. …yas tutamamasıyla, yaşlılık ve ölüm korkusuyla zamanımızın özgürleşmiş kişiliğinin oldukça yerinde bir portresini sunar. (C. Lasch s:92)
                        Narsistik kişilik yaşamın merkezine öteki olgusunu yerleştirerek kıyaslama yapmaya imkan sağlar. Narsistik kişilik, yoksunluklarının sonucu kendinden utanç duymakta; benmerkezci kişilik yapısıyla ötekiyi  yok saymakta ya da yarattığı ötekiye karşı düşmanca bir yok etme düşüncesiyle hareket ederek saldırmaktadır. Sigmund Freud "küçük farklar narsisizmi" kuramı üzerine yaptığı çalışmasında bu paradoksu anlatmıştır. Freud, insanların küçük farklılıklara çok önem vererek kendilerini diğerlerinden farklılaştırmaya çalıştıklarını söylemektedir.Abartılan bu farklılıkların insanlar arasındaki düşmanlığın nedeni haline geldiğini söyleyen Freud, aslında düşmanlığı yaratanın fark değil, bireylerden oluşan bir grubun kendisini tehdit altında hissettiği bir durumda kimliğini sağlamlaştırmak için bu farkı algılayış biçiminde  olduğunu aktarır. Freud, en küçük örgütlenme olan aile biçiminde bile bu tür durumların olduğunu belirtir.Böylesi bir eğilim tam anlamıyla narsistik niteliktedir. Genel olarak, insanlar arasındaki ilişkiler yoğunlaştıkça bunların birbirilerine düşmanlık beslemeleri daha da kolaylaşır.Freud'un düşüncelerinden esinlenen Michael Ignatieff, milliyetçiliği bir narsisizm biçimi olarak düşünebileceğimizi belirterek; İleri bir milliyetçilik, kendi içinde küçük farklılıklar barındırır ve bunları büyük farklara dönüştürür. Narsistik bakış, kendi farkını ortaya koymak için Öteki'ye yönelme özelliği taşır. Kriz durumunda, bu varsayılan farklılığın algısı, tam anlamıyla tahammül edilemez bir hal alır der. 1994’te Ruanda’daki Tutsi ve Hutular arasındaki içsavaşta milyonlarca insanın birbirini katletmesi küçük farklılıklar milliyetçiliğinin varabileceği boyuta en bariz örnektir. Dinsel motifli güzellik ve akıllılık atfedilen ari ırk Tutsilere karşı, sınıfsal ezilmişliğin yol açtığı öfkesiyle Hutular kendi farkını ortaya silah ve şiddetle çıkarmıştır.
Fornari, savaş üzerine düşünme fikrini Melanie Klein'ın çalışmalarından alır.
            Onun, yaşamın ilk aylarından itibaren iyi ve kötü anne ayrımından yola çıkarak birbirine dönüşen "paranoid konum" ve "depresif konum" ayrımını yeniden ele alır. Depresif konumda küçük çocuk: "Arzu nesnesini kurtarmakla, o nesneye duyduğu aşk uğruna kendini feda edebilecek kadar ilgilenir. Paranoid konumda ise, tersine, bebek kendisini yok eden nesneyi yıkarak kendi ben'ini kurtarma telaşındadır.Paranoid konum depresif konumu önceler. Ancak depresif konum temel bir işleve sahiptir; çünkü çocukta ilk defa, arzu nesnesini öldürme isteğinin yarattığı suçluluk duygusunun ortaya çıkmasına neden olur.(akt. J. Semelin, s.16)
 Fornari bu depresif aşamaya Melanie Klein kadar önem atfeder.
            O, bu aşamada uygarlığın kökenini görür; çünkü suçluluk duygusu cinayeti yasaklayan bir kuralı öngörür. Ancak bu "psikolojik düzenleyici" bireysel şiddeti bastırmak için yeterli olsa da, savaşı engellemeye yeterli olmaz. (akt. J. Semelin, s.16)
Fornari'ye göre savaş kendiliğinden paranoid bir süreçtir; çünkü düşmanı öldürerek yaşamaya devam edileceğine inanılmaktadır.
            Savaşları özgürlük adına yapan veya çıkaran emperyalist güçler yada devletler “barbarları uygarlaştırıyoruz” diye bir tarih yaratmak için medya araçlarıyla amaçlarını  manipüle ederek yüce bir durumu gerçekleştirdiklerini  iddia edip  ölümü ve öldürmeyi hazza dönüştürmektedir.
              Kapitalist sistem sanal dünyada sakatlama duygusunu her gün yeniden üretmesini sağlayan görsel unsurlarıyla, hayal gücünün sonsuzluğunda, öldürme, sakatlama için kafayı bulmak gibi hastalıklı tutkuya tutsak kişilikler yaratarak yok etme fikrinin kanıksanmasını sağlar.Oyun adı altında yaratılan simülasyonlarla, çocuklar süper güçler ve savaş ekipmanları kullanarak kahramanlık adı altında yarattıkları sanal kimliklerin özelliği ile yok etme duygusuyla beslenerek büyürler.
             
Kısaca Bir Değerlendirme: İnsan Nasıl Meta Haline Geldi?
            İnsanın kendi aklına güvenmesiyle birlikte üretim biçimlerine bağlı olarak gelişen üretim ilişkileriyle şekillenen evren anlayışı insanın uçsuz bucaksız evrende kendi değersizliğine ve yalnızlığını bilince çıkaran bir duruma mı işaret eder? Yanıtı Aydınlanma döneminin ilerleme düşüncesi ışığı altında  bilgiyi  bir iktidar gücü olarak kullanması olmuştur. Tarihin ilk dönemlerinde en büyük mutluluk Tanrı sevgisiydi. İlkçağ ve Ortaçağ filozofları hayatın anlamını ezeli ve ebedi sonsuzluğu kapsayan Tanrı simgesiyle açıklamışlardır. Bu felsefi öğreti günümüzde geçerli olan idealist dünya anlayışının temel öğesidir. Bütün idealist kuramlar tanrıya ulaşmanın haz ve arzunun kaynağı olduğunu kanıtlamaya çalışır. İnsan varoluşundaki anlamsızlığa, boşluk ve acizlik hissi gibi ruhsal olgulara karşı savunma mekanizmaları geliştirmiştir. Her şeye muktedir olmak ve bütün yoksunluklarına karşı dayanma gücü veren cennet ülküsündeki arzuları tatmin gibi savunma mekanizmaları dini öğretiler içinde bir kurtuluş yolu olarak insanlara sunulur.
            Travmalarından kaçmanın haz güdüsüne ulaşmanın çabasındaki insan kurduğu devletle; yarattığı sanat ve kültürle hatta yazdığı tarihle yetersizliğinin, acizliğinin, eksikliğinin yol açtığı utancını yok edememiştir. Bunu da kendi yarattığı Tanrı'nın varlığında aşmaya çalıştıysa da yarattığı Tanrı'ya köle olma durumuna düşmüştür. Etik ve estetik değerlerin taşıyıcısı olan toplumsal ilişkiler bireyi duygusal parçalanmaya karşı korktuğu veya taptığı nesneye benzer olmaya yöneltir. Toplumsal ilişkilerde tahakküm altına alınmanın bir yolu olan korku nesnesiyle özdeşleşen insan, yarattığı kültürel ve maddi kazanımları sanki kendisine ait değilmiş gibi büyük bir suçluluk duygusuyla tahrip eder.Bu durum insanın değersizliğini yada sakatlamayı açığa çıkaran savaş mekanizmasıyla görünür hale gelir. Böylece canlılığa dair her şey insan tarafından sakatlanmaktadır. İnsan, deyim yerindeyse, bir tür protezli tanrı haline gel­miştir. Yardımcı organlarının tümünü kuşandığında hayli muhte­şemdir; ama bunlar kendi bedeninin bir parçası değildir, ayrıca zaman zaman başına büyük işler açar….Gelecek çağlar uygarlığın bu alanın­da düşünülemeyecek kadar büyük ilerlemeler getirecek, tanrıya benzerlik daha da artacaktır. Freud’un protezli tanrı dediği insanoğlu, protezinin kusursuzluğunu kendi kusursuzluğunun bir parçası sayarak narsist benliğini güçlendirmiştir. Sakat halini mükemmelliğinin bir parçası saymış;  doğal ve toplumsal güçler karşısındaki acizliğini “doğayı” insanı denetlemek için  yok ederek göğüslemeye çalışmıştır. Yaşamın temel kaynağı oksijeni yani havayı; suyu, toprağı sınırsız kar hırsının nesnesi haline getirerek sakatlamıştır. Korku ve suçluluk duygusunu bir arada yaşayan gelecek kaygısı taşıyan İnsan kültürel yolla   yüce olma duygusuna erişmek için topluma ait üretim araçlarını tarihin ilk dönemlerinde köklerinden kopararak emek kullanımlarına göre farklılaşan sınıflı bir toplum yaratarak ebedi yada ölümsüz kalma çabasını üretim araçlarına (toprağa) egemen olmaya çalışmıştır. Biriktirilen sermaye ile elde edilen maddi kazanç -özel mülkiyete ait üretim tarzlarını geliştirerek önce  doğayı ve sonrada  emeği dönüştürmüş; boyunduruk altına almıştır. Tarihsel süreçler içinde toplumsal ilişkiler evrilerek meta üretimine bağlı sermaye birikimine dönüşen ekonomik yapı günümüzde bireyci insanı yaratarak üretim araçları gibi insanları da toplumsal bağlarından kopararak insanı da sadece pazarda fiyatı yada değişim değeri belirlenen bir metaya içkin hale getirmiştir.
             Kendi kurduğu sistemin yol açtığı yabancılaşmaya ek olarak etiği siyasallaştırmıştır. Bu duruma işlevsellik kazandırmak içinde, iyileştirme mekanizmasıyla sakatlığın yada olumsuz şeyleri ahlak ile aşmaya yönelmiştir. Stoikler için Tanrı, her şeyi kapsayan tabiattan başkası değildir. Tanrısal yasa, evrenin bütün boyutlarını kapsar ve kader diye adlandırılan sebepleri ortaya çıkarır; ancak kader, ilahi takdir olarak nihai etkiye de sahiptir. Eğer evrenden “kötülüğü” alırsak, kaçınılmaz olarak “iyiliği” de almış oluruz. Kökleri Antik Yunan’a dayanan bu öğreti hazzın, bedenin acıya katlanma derecesine dayalı olduğunu ileri sürer. Mekanizmasını doğanın ve insanın sakatlanabileceği şekilde düzenlemiş olan kapitalist sistem insanları stoa felsefesiyle rehabilite ederek doğayı yok etmeyi geçerli kılmıştır. Bu yaratılan sakatlık hali okul, aile, ordu vb aygıtlar tarafından tabulaştırılmakta; ahlaki bir değer olarak insanlık için yüceltilerek değersizliğin yerine ikame edilmektedir.
            Doğadaki yaşam mücadele ilkesi biyolojik eşitsizliğin sosyal alanda yada çalışma hayatında işbölümüyle kurumsallaşması hiyerarşik yapıları yaratmıştır. Bu yapının en yıkıcı sonucu, kadının, akıl rasyonel düşünceden yoksun bir canlı olarak tarif edilmesidir. Bu kavramlaştırmayla insan, kadına benzettiği; damgalayarak rehabilite ettiği doğayı da  -tıpkı kadın gibi- zor kullanarak; kültür aracılığıyla arızaya uğratarak ilk sakatlık durumunu gerçekleştirmiş oluyor. Hem de kutsallık atfettiği büyülendiği insana ve kendisini yeniden üreten yasalığa karsı. Artık sakatlıktan haz duyan insanlık bu duyguyu sürekli üretmenin keyfine vararak insanın yapıp etmelerinde temel bir dayanak oluşturmuştur.
            Sakatlık vaziyetleri insanlık için korku nesnesi değil bir tür arınma ritüelidir.Çünkü insan ‘küçük farklar narsisizmi’ gereğinde etnik kimliğe ve toplumsal cinsiyete dayalı -kendisi beyaz, sağlam, eril- ütopyasını da gerçekleştirmek için sakatlamaya ve hazzın trans haline geçişi için de savaş aygıtına ihtiyaç duymaktadır. Öyle ki savaşların artık televizyonlardan canlı yayınlanmasıyla sanki bir  futbol karşılaşması seyrediyormuşuz gibi... Hatta taraf olduğumuz takımın kazanması arzusuyla histerik krizine girmişçesine hazzı doruklarda yaşarız.Canlı olan her şeye karşı ve insanın kendisini inkar etmesiyle birlikte ortaya çıkan şiddet ve yıkıcılık kapitalizmin işleyiş yasaları üzerinden tanımlanmaktadır. Küreselleşmede tüketim, bireysel çıkar, haz alma duygusu ve arzunun kışkırtılması ile gerçeklikten kopuştur.(Gerçeklik, her an değişen bir uçuşan imgeler yığını olarak yaşantılanıyor.) Sürekli mal üreten kapitalist sistemde, bilim insanları tarafından yeraltı ve yerüstü kaynaklarının azlığı nedeniyle kitlenin kullanımına yönelik kısıtlamalar yapılması gerekliliği ifade edilmektedir.

            …insan (işçi) kendisini ne kadar harcarsa, karşısında yarattığı yabancı, nesnel dünyada o derece güçlenir, kendisi – iş dünyası- ne kadar yoksullaşırsa, kendine ait şeyler de  o kadar azalır. Tıpkı, dindeki durum. İnsan Tanrı’ya ne kadar çok şey verirse, kendine o kadar az şey kalır. İşçi hayatını nesneye koyar; ama artık hayatı kendine değil, nesneye aittir. Dolayısıyla bu etkinlik ne kadar fazla olursa, işçinin nesnelerden yoksunluğu da o kadar artar. Emeğinin ürünü, kendisi değildir. Onun için bu ürün ne kadar büyükse kendisi o kadar küçüktür. İşçinin kendi ürününden dışlaştırılması, sadece emeğinin bir nesne, dışsal bir varoluş olduğu anlamına gelmez, onun dışında bağımsız ondan başka bir şey olarak var olduğu karşısına dikilen bağımsız bir güç olduğu anlamına da gelir; yani işçinin nesneye aktardığı hayat, yabancı ve düşman bir şey olarak kendi karşısına çıkmaktadır.…(K. Marx s:76)
            Marx doğanın insan gereksinimi için temel bir araç ve yaşamın kaynağı olduğunu belirtmektedir. Yani,  doğanın bir parçası olan insan bu sakatlama tutkusunu yada hazzı metalaştırdığı doğaya uygulamış, büyük bir tutkuyla haz nesnelerini artırarak bütün canlı organizmaları ve evrende güzel olan her şeye saldırmıştır.Evcilleştirme yöntemiyle hayvanları ve tarımsal üretimle bitkileri ıslah ederek bütün canlıları denetim altına almıştır. Toprağı, ağacı, hayvanı, havayı ve su kaynaklarını kendisi için rehabilite etme amacıyla sakatlamıştır. Öyle ki insan metabolizması yüzyıllardan beri besin alışkanlıklarını değiştirmiştir. Doğayı harap etmek için tek ürüne bağlı kimyasal üreterek doğanın ve elbette kendi dengesini de bozmuştur. Acaba insan bu yok oluşu neden yapmaktadır? Ormanları yok ederek yaşamasının temel kaynağı olan oksijeni yani havayı yok ederek yerine neyi ikame edecektir? Yoksa artık çöplüğe dönüştürdüğü uzayda mı yaşayacak? İnsanın her şeye müdahale ederek her şeyi sakatlamasının sonucu, kendisi için doğal yaşamının parçası olan hayvansal ve bitkisel gıdaları sağladığı meraları ve tarlaları yani toprağı; endüstriyel gazlar ve nükleer santralleriyle yaşamın kaynağı havayı yok etmesi; kendisine betonlaşan bir yaşam oluşturması her zaman olanaklı fakat toprağının yerine neyi koyacak? İnsanın doğası yok edilerek tarihin başlangıcındaki ilkel döneme gitmek; bütün bunlar bir avuç insan içinse, bu yok oluşta onlar yaşayacağını mı sanıyor?
                       
                                                                                   Dr. Mağdule Demircioğlu - Demet Toprak


Yararlanılan Kaynaklar
1. Marx, K. El Yazmaları
2. Christopher Lasch, Narsizm Kültürü
3. Hakan Kızıltan; http://www.psiko-alan.com/makaleler/635-n
4. Jacques Semelin, Arındırma ve Yok Etme
5. Sigmund Freud - Uygarlığın Huzursuzluğu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder