Uçucu Kentlilik Kalıcı Körlük
Çağrı Doğan* Mekanda Adalet ve Sakatlık sayısında kaleme aldığı yazısında
teknolojik gelişmelerin, toplumsal yaşamda bireyleri eşitleyen potansiyeline
odaklanıyor. Keyifli okumalar.
“Sabah ezanı okunmadan az önce
Haydar Usta’yla Osman Adana’ya girdiler. O kadar çok ışık, o kadar çok ışık…
Işıklar kurşun gibi ağır Haydar Usta’nın başına düştüler. Haydar Usta bir kere
Ceyhan’a, bir kere Osmaniye’ye, bundan önce bir kere de Adana’ya gelmiş ama
gece hiçbir şehirde kalmamış, elektrik ışığını görmemişti. Amma da çok ışık,
ortalık gündüz gibi. Güneşi yüz bin parçaya bölmüşler getirmişler, bu şehrin
her bir evine asmışlar. Bu bir köy değil, şehir değil, ışık tarlası. Vay anam
avradım Adana gibi. Vay senin ananı avradını. Vay senin… Bir de uzun evler,
gecenin içinden heyula gibi çıkan… Bir de bin gözlü devlere benzeyen üç kavak
boyu evler. Başını kaldırıp da tepesine bakamazsın. Baksan göremezsin. Haydar
Usta bu evlerden, bu ışıklardan, bu devlerden, uzayan, her an bambaşka olan,
sallanan, koşan, dövüşen, her an yiten, sonra geriye gelen gölgelerden
basbayağı ürktü. Şehrin sokaklarında birkaç adam yürüyorlardı. Haydar Usta
onlara daldı. Yürümüyor koşuyorlardı. Bir hoş mavi çuvallar içinde. Bunlar da
çuval giymişler diye geçirdi içinden Haydar Usta. Işıklı, kocaman, çok yüksek
olmayan, bir dağ gibi genişlemesine yayılmış, oturmuş bir yapının önünden
geçtiler. Yapının içinden bir gürültü, bir şakırtı, uğultu, gümbürtü geliyordu
ki, aman Allah, kulakları sağır eden. Haydar Usta atını üzengiledi, gürültülü
yapıdan hızla uzaklaştı…”
Binboğalar Efsanesi, Yaşar Kemal
İnsanlık, teknik geliştirmeye, alet yapmaya başladığı
zamanlardan bu yana, sahip olduğu, çevresinde gördüğü ya da daha önce icat
ettiği araçlara aktardığı yetilerin/işlevlerin katbekat fazlasını, geliştirdiği
her yeni araca yüklemeye devam ediyor. Söz, yazı, kalem, daktilo, matbaa,
radyo, televizyon, internet, bu tekniklerin iletişim süreçleriyle ilgili
olanlarından. Her yeni araç ve teknik, zamansal, mekansal, sosyal alanı kendi
mevcudiyeti için değiştirip dönüştürerek kendine uygun yeni insanı yaratıyor.
Önceki insan, yetilerini geliştirdiği tekniğe aktarınca, bu yetiler sonraki
insan için gereksiz hale geliyor ve zamanla zayıflıyor. Yazının, matbaanın
yarattığı toplumsal süreçlerde hayatın bilgisini, görgüsünü, sevgisini nesilden
nesle, mekandan mekana aktaracak Homeros’lara, hafızlara, aşıklara, dengbejlere
gerek ve yer kalmıyor; ortaya, söz biriktirip söylemeyi, şiir dizmeyi, hikaye
anlatmayı kağıtlara bırakmış, meydanın mürekkep yalayanlara, eli kalem
tutanlara kaldığı, sözlü kültürün “kulaktan dolma” denerek küçümsendiği bir
toplumsal yapı çıkıyor. Söz uçuyor, yazı kalıyor ve okullarla daha fazla insanı
kapsıyor, lakin insanın söz belleyip uçurma yetisi de azalıyor. Buradan
hareketle insanı, geliştirdiği her yeni teknikle birlikte yetilerini yitiren,
kapasitesi zayıflayan canlı olarak tanımlamamız mümkün. Günümüz insanını,
elinden arabasını, bilgisayarını alıp Demirci Haydar Usta’nın obasına ışınladığımızda,
kahramanımızın düşeceği durumu tasavvur etmek zor değil.
“Kent”, “şehir” diye adlandırdığımız, yukarıda
anlatmaya çalıştığım icat/yaratım süreçleriyle oluşan, değişen, dönüşen beşeri,
ticari, sınai ve nihayet dijital bir mekan. İçinden geçtiğimiz dönemde, insanın
kaydetme, kavrama, işleme, yorumlama kapasitesinin çok üstünde bir veriyle
iştigal edebilen elektronik bellek, “yapay zeka” ve algoritmaların, insanı ve
onun daha önceki yaratımlarından olan kenti değiştirmeye, dönüştürmeye devam ettiğine
tanıklık ediyoruz.
Kente ve kent yaşamına dair bilginin dijital
belleklerde tutulduğu, dijital ortamlarda işlendiği koşullarda, kentin insanı
da, bir yerden başka bir yere nasıl gideceğini, yapması gereken egzersizleri,
ne yiyip içeceğini, kiminle ne zaman ne yapacağını ve daha bir sürü şeyi artık
kendisinden daha akıllı hale gelmiş olan dijital uzantılarından öğreniyor;
birlikte olabileceği kişileri o uzantılarında yüklü algoritmaların
yönlendirmeleriyle seçiyor. Hareket etme, özellikle de uçma yetisi olan
araçların yaygınlaşmasıyla kent içinde ve kentler arası yer değiştirme
olanakları zenginleşirken, yazıyı sese, sesi yazıya, bir dili başka bir dile
çevirebilen algoritmalar, mekanlar ya da kişiler arası mesafeyi ortadan
kaldıran uygulamalar aracılığıyla, fiziksel olarak yer değiştirmeksizin,
atmosferde dolaşan dijital dalgaların üzerinde salınarak, bulunduğu ortamdan
kopup başka bir “gerçekliğe” dahil olabiliyor günümüz kentlisi. Mekanlar arası
mesafe o denli silikleşiyor ki çevrimiçi olanlar, her an bir arada oldukları
hissini yaşıyorlar. Zaten mekan da sabit kalmıyor, yeni inşaat tekniklerinin
uygulama alanı olarak sürekli değişim halinde. Dahası, benzer tekniklerle inşa
edilip tasarlandıkları için mekanlar da birbirine benziyor, farklı bir mekanda
olmanın bir esprisi kalmıyor.
Sözün özü, dijitalleştikçe becerileri artan araçlar,
dokundukları kişisel ve sosyal hayata dair tüm süreçleri dönüştürerek insanın
ayağını yerden kesiyor; insan ile insan, insan ile mekan arasına yeni öğeler
dahil oluyor. Öğelerinin, baş döndürücü bir hızla eş, iş, işlev, konum, statü,
taraf, renk, boyut, versiyon değiştirebildiği dijital dünyada, bir yastıkta
kocayacak kişilerin dahil olduğu ilişkilere, bir ömrün adandığı mesleklere, bir
hayatın geçeceği konutlara, ölene dek taşınacak unvanlara da yer kalmıyor.
Yeni süreç, önceki insanın kök salabildiği,
tutunabildiği, sığınabildiği zeminleri yeni insan için gereksiz kılıyor ve onu,
her an değişmekte olan çokluğa dahil olabilmesi için hızla değişmeye, esnemeye
zorluyor. Bununla birlikte, önceki dönemlerde dışlanan ya da tecrit edilen
insanlar için içerilmeyi ima eden yeni anlamlar taşıyor. Dijital dünyada kör,
sağır ya da tekerlekli sandalye kullanıcısı olan biri de, vakit darlığı ya da
yorgunluk yaşayan biri de aynı mobil uygulamayı kullanarak alışveriş yapıyor;
bankacılık işlemlerini aynı yazılım üzerinden yürütüyor örneğin. Sürücüsüz
araba uygulaması hayata geçip yaygınlaştığında, şoför koltuğundakinin kör olup
olmadığının bir önemi kalmayacak artık. Web chat uygulaması üzerinden,
çalıştığı kuruluşun müşterisiyle sohbet eden çalışanın sakat olup olmadığını,
nasıl göründüğünü, cinsiyetini, nerede olduğunu ve hatta karşımızdakinin insan
olup olmadığını bilmemiz mümkün değil. Benzer şekilde, tekerlekli sandalye
kullanan biri için asansör ne kadar gerekliyse, bir plazada çalışan ya da bir
gökdelende oturan ve yürüme yetisine sahip biri için de o kadar gerekli. Günlük
yaşamında tekerlekli araç kullanmadan yapamayan onca insanın, tekerlekli
sandalye kullananlar için “tekerlekli sandalyeye mahkum” ifadesini sarf etmesi
ironik gelmiyor mu artık size de?
Dijital teknolojilerle, sakatlık deneyiminin değişip
dönüştüğüne, değişmeye devam edeceğine dair örnekler hayli zengin. Metni
konuşmaya ya da Braille ile yazıya dönüştüren, fotoğrafta ne olduğu bilgisini
metinsel olarak aktaran algoritmalar aracılığıyla, bilişim teknolojilerine
erişimi olan kör biri, iletişim süreçlerine rahatlıkla dahil olabiliyor artık.
Bir kentte taksiye binen ve elinde, gideceği yer için yol tarifi alabileceği
bir mobil cihaz olan kör bir kişinin, taksici tarafından gereksiz yere
dolaştırılma riski, elinde bu tür bir cihaz olmayan birine kıyasla, daha düşük.
Önceden alışverişe annesinin eşliğinde gidebilen bir tekerlekli sandalye
kullanıcısı, artık annesinin ihtiyaçlarını mobil uygulama üzerinden tedarik
edebiliyor. Başka birinin aracılığı olmaksızın iletişim kuramayacak olan, biri
kör, diğeri sağır olan iki kişi, dijital araçlar üzerinden “aracısız”
anlaşabiliyor. Önceden babası aracılığıyla gazete okuyabilen kör biri, şimdi
kullandığı çeşitli dijital robotlar aracılığıyla, dünyanın haberini babasına
verebiliyor. Hasılı, dijitalleştikçe yetenekleri artan araçların önünde ya da
arkasında hangi insanların olduğunun, bu insanların sahip olduğu yetilerin
önemi azalıyor. Bir anlamda, sıfırlar ve birlerden oluşan algoritmalar
dünyasının, kendi başlarına bu ideale ulaşamamış insanlık için eşitlik
vadettiğini söylemek mümkün.
İmaj:
Braille alfabesi
Öte yandan, alet yapma, teknik geliştirme serüveni,
insanların sahip olmadıklarıyla ya da yapamadıklarıyla değil; kullandıkları
teknik ne olursa olsun, yapabildikleriyle varlıklarını sürdürebildiklerini de
gösteriyor. Belki anlatılan bizim hikayemiz ama hikayeyi ayakta kalanlar
yazıyor. Kişisel hikayelerimizi de öyle. Güçlü olan, ayakta kalan yanlarımız
belirliyor hayatımızı nihayetinde. Kamusal alanda, kimse yapamadıklarından,
eksikliklerinden ya da zaaflarından söz etmiyor örneğin. Bir yazar kendini
tanıtırken müzikten anlamadığını, bir mühendis kendinden bahsederken şiir
yazamadığını söylemiyor. Erkeği “emzirme engelli”, Türk’ü “Kürtçe konuşamayan”
olarak tanımlamıyoruz. Tek istisna sakatlar sanırım. Yalnızca onların durumunu
kavrayıp tanımlarken yapamadıklarından ya da eksikliklerinden (“özürlü”,
“engelli”) söz ediyoruz.
Kuşkusuz, bunda insanlığın daha önce geçtiği ve henüz
sonlanmamış olan, sakatları oyun dışı bırakan, tecrit eden, kendini gerçekleştirme
ve kendi geleceğini belirleme haklarını gasp eden sosyal, siyasi, iktisadi
süreçlerin payı var en çok. Sanayi toplumunu düşünelim örneğin. Tıkır tıkır
işleyen makinelerin inşa ettiği bir toplumsal düzende, bir yerleri aksayan
bedenlere biçilen değer de, arızayı ya da defoyu çağrıştıran “özürlü” terimiyle
ifade edilecekti elbette. On beş yirmi yıl öncesine kadar “Kör” yerine “görme
özürlü” denmesinde olduğu gibi… Ancak, kör atalarımın yaşayan temsilcilerinden
biri olarak, dijital teknolojilerden aldığım güçle, bir insanın sahip olmadığı
yetilerle tanımlanamayacağını, körlüğün –şayet geçici bir durum değilse–
görmemek değil, görme yetisi dışındaki yetilere, geliştirilen alternatif
tekniklere ve araçlara dayanarak yaşama hali olduğunu söyleyebiliyorum bugün.
“Engelli”, “dezavantajlı” vb. ifadeler de, “özürlü” ile ima edilenden çok
farklı bir şey anlatmıyor. Hepsi de, sakatlığı teknik/tıbbi bir müdahale
alanına indirgeyerek, eksik, yanlış giden, iyileştirilmesi gereken ya da
yardıma ihtiyaç duyulan bir duruma işaret ediyor. Dahası, kamusal alanda
karşılaştığımız kör ya da sağır kişileri, kim bilir ne vakit yitirdikleri ya da
hiç sahip olmadıkları yetilerle tartacaksak, aynı alanda karşılaştığımız,
çevrim dışı kalmamak için dijital uzantısından gözünü ayıramayan ya da fiziksel
olarak bulunduğu ortamdaki ses yerine kendi istediği sesi dinlemek için
kulaklık takanları nereye koyacağız?
Terminoloji tartışmasını bir yana bırakırsak, dijital
dünya, araya koyduğu araçları artırarak bir yandan insan-insan, insan-doğa,
insan-mekan ilişkilerini zayıflatırken, diğer yandan araya eklediği ve işleyişe
daha geniş kesimleri dahil eden araçlar vesilesiyle, yanlışlığın sakat
kişilerde olduğu görüşünü sarsıyor; mekanın ve bilginin farklı özelliklere,
yetilere sahip olan, farklı araçlar kullanan kişiler göz önünde bulundurularak
tasarlanması, düzenlenmesi, dağıtılması veya sunulmasının olanaklarını
zenginleştiriyor, en azından elektrikler kesilene kadar…
Yazının sınırları dahilinde, çok küçük bir kesitine
odaklanarak fotoğrafını çekmeye çalıştığım gidişat, burada anlatılanın
ötesinde, çok yönlü bir hareket ve potansiyele sahip elbette. Daha şimdiden,
günlük hayatta insanın gereğinin azalmasının sonucu olarak, var olmaya devam
eden insanlar arasında, gerekli olanın kendisi olduğunu gösterme yarışının
kızıştığını ve dolayısıyla sunumun, reklamın, imajın, ambalajın her geçen gün
daha fazla önem kazandığını gözlemleyebiliyoruz örneğin. Yarışma gerilimi ve
gösteri toplumu fertlerinin üzerlerindeki imaj/ambalaj soyulduğunda geriye kalanın
diğer yarışmacılardan farksız olduğunun kolayca görülmesi, her daim depresyon
yüklü, gereksizlik hissinden kurtulamayan bir toplamla karşılaştırıyor bizi.
Belki, sakatı “engelli” terimine hapsedip onu kendi yardımına muhtaç olarak
kodlayan da, işe yaradığını gösterme yarışı içindeki bu toplam. Belki sakatı,
bu terimi sahiplenmeye iten de, söz konusu hapishanenin konforu. Neyse,
şimdilik dikkat çekmek istediğim, cinsiyetçi, ırkçı, milliyetçi, sağlamcı
kodlarla bezenmiş sınıflı bir toplumsal yapının yaratımı olarak bizi
kucaklamakta olan dijital dünyanın, ebeveyni olan dünyanın hiyerarşik maddi ve
ideolojik yapısını bozma, önceki dünyayı var eden referansları geçersiz kılma
ve dolayısıyla daha kapsayıcı, daha eşitlikçi bir hayatın olabilirliğini
düşündürme potansiyeli. Öte yandan, potansiyelin vücut bulması da, birçok
farklı olasılığın yanında, bunu düşünüp hayata geçirebilecek bir iradenin
doğmasına ve varlığını sürdürmesine bağlı. Her seferinde kapasitesinden çok
daha fazlasını geliştirdiği araçlara yüklemeye devam eden ve bunu yaparken
kendi kapasitesi zayıflayan insanın böyle bir iradeyi gösterebileceği de
kuşkulu.
Bu akış bizi nereye götürür, henüz arkasında ve önünde
insanın bulunduğu algoritmalar bir gün gelir onun varlığını tamamen gereksiz
kılıp onu ortadan kaldıracak yeni algoritmalar geliştirebilir mi, yoksa
yabancılaşmanın sınırlarına ulaşan insan, eşitlikçi, ekolojik bir yaşamın
kurulması için bir tavır geliştirebilir mi, bilmek imkansız. Ancak şimdilik, her
yeni teknikle birlikte insanlar arasındaki farklılıkların öneminin ve insani
olan ya da olmayan gereksinimlerin karşılanması için insana olan ihtiyacın
azaldığını söyleyebiliyoruz. Tabii, bu akış düz bir çizgi takip etmiyor.
Eskiden gelen alışkanlıklarla, yapılarla, maddi ve ideolojik kurumlarla
karşılaşıp yalpalıyor, yön değiştiriyor, itirazları dikkate alarak ya da
ortadan kaldırarak ilerlemeye çalışıyor.
Sonuç olarak, dünyanın işini yaparken dünyanın
enerjisini tüketen, her daim ışıklı, her yanı sesli kentlerin dünyasından,
Arzuhalci Kör Kemal’in Demirci Haydar Usta’sına verecek bir haberim var: Senin
o binlerce yıllık geleneği sağarak dövdüğün ve obanın kurtuluşu için ümit
bağladığın kılıç, az kaldı, 3 boyutlu yazıcılar tarafından üretilecek pek
yakında. Belki aramızdan birileri, enerji, inşaat ya da teknoloji tekellerine
sunacak onu, içine doğduğumuz yaşam alanlarına, varlık nedenimize ve yaşama
tutkumuza dokunmamaları için. Yine de, önümüzdeki Hıdrellez gecesi, çocuklar
kendileri için en son teknolojiyle üretilmiş oyuncaklardan; gençler kendilerini
çevrimiçi kılacak son teknolojiyle donatılmış mobil cihazlardan; yaşlılar her
bir işlerini görecek robotlarla donanmış konutlardan birine sahip olmayı
dileyecek, kuvvetle muhtemel…
*Çağrı Doğan hakkında: Boğaziçi
Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi Bölümü’nden mezun oldu.
Bilişim sektöründe farklı kurumlarda görev aldı. Sakatlık ve toplumsallık
üzerine yazıları çeşitli platformlarda yayınlandı. “Sakat Tavır” adlı blogun da
yazarıdır.