26 Şubat 2015

Yapısını Söktüğüm Sağlamcı Dİli


Yapısını Söktüğüm Sağlamcı Dili


Çağrı Doğan


Özürlü, engelli vb terimlerdense, durumumuzu kör, sağır, topal, sakat vb terimlerle anlatmanın daha doğru olacağına, tabii belki de yılları alan bir süreç sonunda ikna ettiğim bir arkadaşımdı Selen Özel. Uzun bir ara sonrasında, İBB’nin körler rehabilitasyon merkezi’nin arazisini tahliye etmeye çalışmasına karşı örgütlediğimiz “Okuluma Dokunma Kampanyası” sürecinde tekrar yazışmaya başlamıştık. Kampanya sürerken, tahliye talebini, belediye üzerinde kurulacak sosyal basınçla engellemeye yönelik çeşitli yöntemler geliştiriyorduk. Kampanyanın kişisel bileşeni olarak bu doğrultuda, buradan okuyabileceğiniz  Cumhuriyet’in Rengi başlıklı yazı dahil basın bülteni, broşür, ve makale türünden materyalleri kaleme alıyordum. Bu yazıları okudukça, Selen engelli sözcüğünü çokça kullandığım için beni sürekli fırçalıyordu. Anlayacağınız, yıllar önce binbir zahmet, sakat terimini sahiplenipp sağlamcı ideolojiye karşı bayrak açmaya ikna ettiğim bir arkadaşım, yıllar sonra beni sağlamcı dile teslim olmakla suçluyordu. Argümanı da özetle şuydu: biz daha kendi dilimizi konuşmaktan imtina ederken; başkalarını bu dili öğrenip de ona uygun bir yaşamı inşa etmeye nasıl ikna edebilirdik? Benimse sığınağım şuydu: kampanyayla anlatmak istediğimizi mümkün olduğunca fazla kulağa
ulaştırmak için, o kulakların anlayacağı dili, halihazırda sakat ya da değil, herkesin bilincini belirlemiş olan hakim dili konuşmamız daha uygundu. En azından bu bizi bulunduğumuz noktadan daha geriye düşürmezdi...

Selen’e Selam, Sakatlığa Devam

Savunma refleksiyle Selen’in eleştirisi karşısında tutunmaya çalıştığım pragmatik dal bir yana; 2007 yılında yürüttüğümüz bu kampanya öncesinde ve sonrasında, içerisinde kör, sağır ve sakat gibi terimleri neden sahiplenmemiz gerektiğini anlatan paragrafların bulunduğu çeşitli makaleler yazdım aslında.  Hakim dil tarafından engelli denen için, neden sakat terimini tercih ettiğime dair okumak isterseniz, daha önce çeşitli platformlarda da yayımlanmış buradaki ya da şuradaki yazılara göz atabilirsiniz. Benzer tercihi yapan başka yoldaşların (Nazmiye Güçlü, Bülent Küçükaslan vb.) yazılarına da ulaşabilirsiniz tabii ufak birkaç internet araması sonunda. Niyetim bundan önce yapılanların üzerine birkaç tuğla daha koymak bu yazıyla.
Varsayalım, Almanya’da yaşayan yüzbinlerce Türk’ten birisiniz ve sizden bahsedilirken sürekli “Alman olmayan” deniyor. Nasıl hissederdiniz? Kendinizi tanıtırken ve etnik / ulusal kimliğinizden söz etmeniz gerektiği bir durumda, Alman değilim mi derdiniz yoksa, Türk olduğunuzu mu söylerdiniz? Hangisi sizin durumunuzu daha doğru ve kesin olarak ifade ederdi? Tabii ki Türk demek... Kaldı ki, Türk olduğunuzu söylediğiniz anda Alman olmadığınızı da ifade etmiş; Ancak, bunu Alman kimliğini merkeze alarak yapmamış olurdunuz. Peki Almanya da Türk sözcüğüne yüklenen olumsuz anlamlar olsa, Türk sözcüğüyle kurulmuş bolca aşağılayıcı, değersizleştiren deyim ve atasözleri bulunsa, bu Türklüğünüzden eksiltir miydi? Çabanız söz konusu olumsuz kullanımların dilden temizlenmesi yönünde mi olurdu yoksa, Türk olduğunuzu gizlemeye mi çalışırdınız?
Yukarıdaki soruymuş gibi gözüken saptamalar ışığında; kör birinin kendisi için görme engelli; sağır birinin kendine işitme engelli demesi nasıl geliyor kulağınıza? Daha kendi durumunu adlandırırken kendinde olmayana işaret etmek, kendi ihtiyaçları, istekleri, hakları, sorumlulukları gündeme geldiğinde de onları belirleme ve gerçekleştirme hakkını kendinde görmemek anlamına gelmez mi baştan? Kör, sağır, topal, sakat terimlerinin sahip oldukları zengin tarihsel ve toplumsal anlam yükü bir yana; örneğin körüm denirken görme yetisinin, sağırım denirken de işitme yetisinin kullanılmadığı da anlatılmıyor mu zaten aynı zamanda?

Hasılı, içinde engelli geçen tamlamalarla durumumuzu adlandırırken, bize bizim olmadığımız bir yerden baktığımızı ve bu bakışla konuşmaya başladığımızı söylemek istiyorum. Sakat, kör, sağır vb terimlere uzak durulmasının bir nedeni de, durumun geçici olarak görülmek istenmesi belki. Mesela görme engelli denirken aslında, bu bir kimlik değil, görme yetisi şimdilik kullanılamıyor ama, iyileşecek, en azından bu konuda umutluyuz, İsviçreli arkadaşlar çalışıyor gibi örtük mesajlar da veriliyor. Bununla kalsa iyi...

Ellerimizle yapabileceğimiz fiilleri düşünelim şimdi... Ellemek, dokunmak, okşamak, vurmak, almak, vermek, kesmek, biçmek, itmek, çekmek, sevmek, dövmek, indirmek, kaldırmak, yazmak, çizmek, çevirmek, durdurmak, tutmak, atmak... Daha yüzlercesi sayılabilir. Peki kırk yıl düşünseniz bu fiillere görmek ya da duymak gibi eylemleri ekleyebilir misiniz?
İşte, normal şartlarda kırk yıl düşünsek aklımıza gelmeyecek şeyi, söz konusu olan körler olunca, kırk yıldır rahat rahat kullanabiliyoruz. J Bu ülkede Gören Eller Görme Engelliler Okulu adında bir okul var mesela. İlkokul yıllarımdan, gören eller adlı braille alfabesiyle basılan bir yayın da hatırlıyorum. Okul adını kafanızda evirip çevirdiğinizde aslında ne kadar tuhaf bir isimle karşı karşıya olduğumuzu anlayabileceğinizi sanıyorum. Gören Eller Görme Engelliler okulu, gören eller görmeyen gözler okulu, gören eller körler okulu, görmeyen ama gören eller okulu...
İnternette “gören eller”, “elleriyle görüyor”, “gören parmaklar”, “gönül gözü açık” gibi ifadelerle yapacağınız aramalarla binlerce sonuca ulaşabilirsiniz. Görmek fiiliyle ilişkisi kesilmiş birinin hikayesi, gören el, gören parmak, gönül gözünün görmesi vb adlandırma ve anlatımlarla sürdürülüyor anlayacağınız. Bellememiz istenen şu: Görmek... Her insan kişinin gerçekleştirebilmek zorunda olduğu bir eylem. Gözle olmuyorsa, elle, onunla da olmuyorsa parmakla, değilse gönül gözü gibi varlığı tartışmalı bir uzuvla. J
“ben görme engelliyim ama, şunları benden iyi kimse yapamaz, fırsat sağlanırsa yapamıyacağımız bir iş yok, yeter ki imkan verilsin...” diyen kör kişilerin söylemleriyle yeniden üretilen de aynı dil. Sağlamcı dil.

Sağlamcı dil derken kastettiğimiz, sakatlıkla ilgili durumların yeti merkezli olarak adlandırılıp anlatılması. Bununla da kalınmayıp söz konusu adlandırma ve anlatımın sakatlara dayatılması ve bunun sakatlar tarafından da benimsenip savunulması...

Yeti merkezli adlandırmada ısrar o denli yoğun ki, sakatların hayatını kolaylaştıracağı iddiasyıla hayata geçirilen projeler adlandırılırken de, projeyle sağlanacak işlevlerden ziyade, ill de hedef kitle tarafından sahip olunmayan yetiye işaret ediliyor. Bkz, Gören Göz, daha da absurdu var, Duyan Eller.
Yeri gelmişken, şu kapitalizm illeti öyle bunalık ki, kendine yeni pazarlar açmak için, önceden insan yerine koymadığına gerekirse kral muamelesi çekebiliyor ve kapitalist milleti öyle uyanık ki, onlar sırtımızdan para kazansın diye kıçımızı yırtarken ve birbirimizle rekabet ederken unuttuklarımızı bize hatırlatarak sırtımızdan kazanmaya devam ediyor. Bkz, firmanın projeyi tanıtmak için çektiği reklam filmi.
Neyse, derdimiz tek başına sakatlığın sömürülmesi değil. Zira, sürekli kâr etmek zorunda olan bir yapının, önüne geleni sömürmek dışında bir seçeneği olamaz zaten. Mesele, örneğin Ekşi Sözlük’te reklam filmine tav olanların çokluğu. Mesele, asıl sakatlayıcı olanın kapitalizm ve ona yardım ve yataklık eden sosyo-politik koşullar olduğuna ikna etmemiz gereken insanların bu tür filmlerden filmi yapanların lehine etkilenmesi. Mesele, örneğin bu rekabetçi koşullarda çalıştığı firmada kendisiyle aynı konumda ya da üstü olarak görmek istemeyeceği sağır kişiyi, kendi gibilerin lütfuyla mutlu olurken görünce, orgazmik duygulara gark olan onca kişinin varlığı. Mesele, kapitalizmin ortak sakatlığımız olduğuna ikna etmemiz gereken onca insanın  gittikçe dilimizi anlamaktan daha da uzak hale gelmesi.
Başa dönersek, Selen, toprağı bol olsun ne kadar haklıydı beni eleştirirken. Engelli denen bir masayı dağıtmamız ya da terketmemiz gerekmiyor belki ama, kendimizi anlatmamız için hakim dili konuşmaya ihtiyacımız yok. Selen’in eleştirisi  karşısında girdiğim sığınak, üflesen yıkılacak bir dayanıklılıktaydı aslında. Kör, sakat vb terimleri kullanmaktan çekinmek, bir Kürt’ün “ben kürt kökenli biri olarak...” ya da kadınların “biz hanımlar...”, “biz bayanlar..., diyerek konuşmaya başlamasından farklı değil. Ayrıca, Althusser’in kulakları çınlasın, terimi koruyarak pratiği değiştirmeliyiz, o zaman terimin çağrışımları da değişecektir. Aksi halde ne dersek diyelim, sağlamcı ideolojiyi gündelik pratiklerde yeniden üretiyor oluruz...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder