‘Ö’ Sakattan ‘E’ Sakata: Dahil olmak mı istemiştiniz?
Çağrı Doğan
Yıllar
önce, sakatlık ya da körlüğe referans verilen deyim ve atasözlerini toparlamaya
çalıştığımı bilen bir iş arkadaşım heyecanla yanıma geldi. Anlattığına göre,
babasının Pazardan aldıkları arasında bozulmaya yüz tutmuş çok sayıda meyve
olduğunu görünce, annesi söylenirken araya şu sözü de sıkıştırmış: “Kör pazara
varmasın; Pazar körsüz kalmasın!”
Sakat
derken, yeti yitimi olan kişilerin aşağılama, damgalama, dışlama, tecrit ve katletme
fiillerinin nesnesi olma durumunu ve potansiyelini anlatmak istiyoruz. Yeti
yetimi, nedenleri farklılaşsa da, insanlık tarihinin evrensel bir parçası
sayılabilir. Oysa sakatlık deneyimi, tüm tarihsel dönemler ve toplumsal yapılar
için aynı anlama gelmiyor. Gelecekte yeti yitiminin ortadan kalkması mümkün
olur mu bilmiyorum ama bizim sakatlık dediğimiz şey, yukarıda sayılan fiillere
maruz kalınmadığında son bulacak bir durum.
Yeti
yitimi olan insanlara karşı geliştirilen sosyal tavır, sakatın hangi tarihsel
dönemde, nasıl bir toplumsal yapı içinde bulunduğuyla, toplumsal yaşamda aktif
olarak kullanılan araçlarla, mülkiyet ilişkileriyle, üretim biçimiyle, rekabet
ve şiddetin yoğun olup olmamasıyla yakından ilgili. Elimizde, sanayi toplumunun
ortaya çıkışına kadar, yeti yitimi olan insanların genel olarak bir kategori
altında toplandığına, hepsinin tek bir terimle çağrıldığına dair veri
bulunmuyor. Bununla birlikte, sanayi öncesi toplumlarda, söz konusu kişilerin,
yitimin gerçekleştiği alana işaret edilerek anıldığına dair kestirimde
bulunabilmemize yetecek doneler mevcut. Bkz. kör, topal, sağır, dilsiz,
çolak... Bu terimlerin o toplum tarafından kullanılan araçlarda ortaya çıkan
işlev kaybını anlatmak için de kullanıldığını biliyoruz. Bkz. kör testere, topal
eşek, sağır soba...
Salt
bu adlandırmalar, yeti yitimi olan kişilere atfedilen olumsuz sosyal değere
dair önemli ipuçları sunuyor. Öte yandan, bu sözcüklerin, kör Agop, topal
Recep, çolak Salih vb. durumlarda olduğu
gibi, lakap ya da sıfat olarak kullanılması da, yeti yitimi olan insanların dönemdeki toplumsal yaşama katılabildiklerini anlatıyor.
gibi, lakap ya da sıfat olarak kullanılması da, yeti yitimi olan insanların dönemdeki toplumsal yaşama katılabildiklerini anlatıyor.
Sen misin Yetisi Yiten!
“Önce yok sayarlar, sonra alay ederler, sonra saldırırlar, sonra da kazanırsın.”
Gandhi
Yeti
yitimi olan kişilerin tamamının, genel olarak özürlü terimiyle çağrılması ise
sanayi toplumu ve kapitalizmle birlikte gelişen bir durum. Burada da, kusurlu,
arızalı, defolu gibi anlamlarıyla, makinelere ya da bu makinelerle üretilmiş
ürünlere atıf yapıldığını düşünebiliriz. Bkz. özürlü kumaş, arızalı araç. Bu
arada, dilimizde özürlü sözcüğünden önce, arızalı ifadesinin de bir süre için
kullanımda olduğunu biliyoruz. Yeti yitiminin toplumsal kavranışı,
kategorizasyonu, adlandırılması ve belgelendirilmesinde sermaye ve onunla
işbirliği halindeki tıp bilimi belirleyici bir role sahip. Sakatların kaderinin
belirlenmesinde doktorlara rehabilitasyon ve bakım görevlilerinin yanı sıra
hayırseverler eşlik ediyor. Bu dönemde, özürlü yani işgücünü kaybetmiş birey
olarak damgalanmış kişilerin diğer tüm karakteristiklerinden soyutlanarak ele
alındığına, çeşitli kurumlarda toplandığına, sistematik olarak tecrit
edildiğine, kısırlaştırıldığına, toplu olarak katledildiğine şahit oluyoruz.
Gerçekte,
makineleşme ve sanayi toplumuyla birlikte insanlığın üretim kapasitesinde
muazzam bir artış yaşandığını, üretim ve tüketim süreçlerine sakatlar dahil
katılmak isteyen herkesin katılmasının önünde teknik açıdan bir engel
bulunmadığını söyleyebiliriz. Dahası, tıp ve teknoloji alanındaki ilerlemeyle
birlikte, gücü yeten sakatlar için hayatı kolaylaştırıcı ve ömür uzatıcı
çözümlere de ulaşılabiliyor. Ancak, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve
işletme sahiplerinin kâr güdüsü insan ve ihtiyaç odaklı bir sosyo-ekonomik yapı
inşasını engelliyor. Yaşamak için emeğini satmak dışında bir seçeneği olmayan
insanlar da kendi aralarında üretim araçlarının mülkiyet ya da kontrolünü
elinde bulunduranların gözünde makbul çalışan olmak için rekabet ederken,
onların pozisyon ve tavrını meşrulaştırıyor. Böylelikle, örneğin verili bir
işin en kısa sürede yapılması aslen işletme sahiplerinin ihtiyacıyken,
işletmelerde çalışmak dışında bir seçeneği olmayanlar iş için rekabet ederken,
bu özel gereksinim genel olarak toplumun ihtiyacıymış gibi kabul edilmeye
başlanıyor.
Özetle,
sakatlık dediğimiz durum kapitalizm tarafından üretiliyor ve biçim ve şiddeti
çeşitli nedenlerle farklılaşsa da, dönemin hakim siyasi iradesinin yaygın
pratiği yeti yitimi olanları özürlü olarak damgalayıp özel kurumlar
aracılığıyla tecrit etmek yönünde. Bu pratiğe karşı sakatlar ya da aileleri
tarafından geliştirilen sosyal tepki de, çoğunlukla yeti yitimi olan kişilerin
ya da yeti yitiminin varlığının toplumdan gizlenmeye çalışılması olarak ortaya
çıkıyor.
Bu
ahval ve şeraitte, yeti yitimi olan birinin toplumsal yaşama saygın bir kişi
olarak katılabilmesi için, çeşitli alanlardaki yetilerini dikkat çekici ölçüde
geliştirerek sahip olduğu yeti yitimini unutturması, geri plana itmesi,
mümkünse tamamen gizlemesi gerekiyor. ABD başkanı Franklin D. Roosevelt bu
duruma örnek gösterebileceğim isimlerden biri. Roosevelt için wikipedi’de şöyle
yazıyor: “ABD tarihinde engelli olan tek başkandır. tekerlekli sandalyesiz bir
yerden bir yere gidemiyordu ama ayağa kalkması ve ayakta durup konuşma yapması
mümkün oluyordu.” Neredeydi hatırlamıyorum ama, Roosevelt’in kendini en çok
hafta sonları gittiği rehabilitasyon merkezinde, sakatlığını gizlemek zorunda
kalmadığı için iyi hissettiğini söylediğini de okumuştum bir yerlerde. Yine de,
sosyal statüleri ya da verdikleri eserlerle ün yapmış bu isimlerin kâr-zarar
hesabının yapılmadığı alanlarda şöhret sahibi olduklarının altını çizmemiz
gerekiyor.
Engelli Açılımı
Öte
yandan, geçtiğimiz yüzyılın son çeyreğinden itibaren, yeti yitimi olan kişileri
toplumsal yaşama dahil etmeyi vadeden bir sistemle karşı karşıyayız artık.
Türkiye için sakatlıkla ilgili politika ve düzenlemeler, önceden olduğu gibi
bugün de daha çok AB uyum programı vb. dışsal etkilerle yukarıdan dikte
edilerek yapılıyor. Ama, ABD, Birleşik Krallık vb. ülkelerde, sakatlığın toplumsal
süreçlerden dışlanma gerekçesi olmaması, sakatlığın tıbbi bakış açısıyla,
kişisel trajedi olarak değerlendirilmemesi ve sakatlarla ilgili kararlarda
sakatların söz sahibi olması adına mücadele pratiği içinde olan bir sakat
hareketinden söz edebiliyoruz. Nihayet motivasyon ne olursa olsun, artık içinde
sakatlık geçen ulusal ve uluslararası düzeyde çok sayıda yasal düzenleme
mevcut.
Ancak,
Yasal düzenlemelerle ilgili sorun şu ki; bir hak mahrumiyeti ya da istismar ya
da taciz söz konusu olduğunda, yasal süreci başlatıp devam ettirme yükümlülüğü
bu duruma maruz kalan bireyin üstünde. Yeterli zamanı, parası ve donanımı
olmayan bir bireyin uzun ve dolambaçlı bir hukuki labirente girme kararı
vermesi kolay değil. Yasal düzenlemeler artıp ayrıntılandıkça, uzmanlık alanı
hukuk, hatta sakatlık hukuku olmayan bir bireyin hukuki süreci kotarması
olanaksız. Karar verenlerin arasında sakat hukukçuların bulunması çok düşük bir
ihtimal olduğuna göre, sürecin sakat bireyin lehine sonuçlanması olasılığı da
çok az. Dahası, mesele istihdamsa, işgücü maliyetlerinin düşürülmesi için
yarışan firmaların sakat işçi çalıştırmanın daha kârlı olacağını düşünmesini
beklemek akla uygun değil. Bu noktada, 1990 Tarihli Amerikan Sakatlık Yasası’na
dayanılarak, 1992-2000 yılları arasında sakatlar tarafından işverenlere karşı
açılmış 1200’den fazla davanın %95 işverenler lehine sonuçlandığını not edelim.
Durum buyken, alandaki yasal mevzuatın her derde deva olarak sunulmasını,
yerçekimi yasası yürürlükte olduğu halde, elmaları artık yere düşmeyeceklerine
ikna etme çabası olarak yorumlamak mümkün.
Paralelinde,
artık devlet bu alanda hizmet üretmekten çekilmeye başladığı için, sakatlara
yönelik eğitim, rehabilitasyon ve bakım hizmetleriyle ilgili özel işletmeler,
yeti yitimini telafi etmeye yönelik çözümler geliştiren firmalar, sakatların
faydasına çalıştığı iddiasıyla kurulan vakıf/dernekler ve
yerel/ulusal/uluslararası düzeyde sakatlarla ilgili teşkil edilen resmi
birimlerin sayısında da artış söz konusu. Sakatlıkla bağlantısı kurulmuş
projelere fon bulma olanaklarının artmış olması, ilgili ilgisiz kişi ve
kuruluşlar için bu alanın cazibesini artırıyor.
Tüm
bu faaliyet artışının arkasında, sakatların yaşamak hususundaki azmine duyulan
hayranlığın yatmadığını söylememize gerek yok. Yeni sakat, eskisinin sahip
olduğu yeti yitiminin değişim değeri kazanmış hali olarak yorumlanabilir. Geçiş
süreci, önceki durumda kimsenin yüzüne bakmadığı, kent merkezine uzak, henüz
imara açılmamış olan arazinin, kentin genişlemesiyle birlikte imara açılıp
rantsal değer kazanma sürecine benziyor bir bakıma. Söz konusu faaliyetler
sonucunda üretilen mal ve hizmetlerin ücretleri büyük ölçüde devletler
tarafından oluşturulan fonlardan karşılanıyor. Ancak, özellikle kriz
dönemlerinde hükümetler bu tür fonların kullanımını ve mal ya da hizmetten
faydalanma koşullarını zorlaştırıyor. Sakatlar genellikle doğrudan tüketici
olmadığı için ürün ve hizmetlerin kalitesinin denetlenmesinde ve
iyileştirilmesindeki etkileri de sınırlı. Özellikle Türkiye gibi ülkelerde mal
ve hizmetlerin temini sürecinde denetim mekanizmaları da sakatlar lehine
çalıştırılmadığından, onca kaynak gerçekte sakatların faydalanamayacağı hizmet
ve mallar için aktarılmış oluyor. Bkz. Gören Göz projesi, sigorta kapsamında
temin edilebilen cihazların kalitesi. Eğitim, rehabilitasyon ve bakım gibi
sürekli hizmetlerin özel sektörce üretilmesinin başka sakıncaları da olmakla
birlikte, bu hizmetlerden yararlanacaklar için devlet desteğinin süreklilik
garantisi olmaması, durumun mevcut hükümetler tarafından sakatlar ve aileleri
üzerinde siyasi baskı aracı olarak kullanılabilmesine yol açıyor. Aynı şekilde,
hizmet kalitesinden çok kâr zarar hesabına odaklanılması, kurumlarda görev
yapan uzmanların devamlılığının sağlanamaması, çalışanların vasfından çok
işletme üzerindeki maliyetleriyle değerlendirilmesi gibi olumsuz sonuçları da
var bu durumun.
Açılımın
bir ayağı da, adlandırma oyunuyla ilgili. Kör, topal, özürlü gibi negatif
çağrışımları olan sözcükler terk ediliyor. Yerlerine, yeti yitimine sahip
herkesi anlatmak kastıyla, engelli gibi daha önce başka alanlarda olumsuz anlamda
kullanılmayan bir terim popüler bir tercih haline geliyor. Oysa yeni durumda,
engelli sakat özürlü sakatın yaptığı gibi durumunu yine doktor raporuyla
belgelemek zorunda ve bu rapor da eskiden olduğu gibi işgücü kaybı
terminolojisiyle oluşturuluyor. Başka deyişle, adı değiştirilmiş olsa da durum
yine emeğin kapitalist örgütlenmesi sonucunda hakim kılınan mantığa dayanılarak
ve aynı tıbbi süreçler sonucunda kategorize edilip belgeleniyor. Yani özürlü
dedikleri zaman da, engelli dedikleri anda da işgücünü kaybetmiş biri
anlatılıyor aslında. Ancak, yeti yitiminin ya da yeti yitimine sahip kişilerin
varlığının toplumdan gizlenmesi yönündeki baskı, yerini neredeyse atılan her
adımda, yapılan her işlemde yeti yitiminin belgelenip ifşa edilmesi zorunluluğuna
bırakmış durumda.
Biçim
ve şiddeti çeşitli nedenlerle farklılaşsa da, yeni durumda hakim pratik yeti
yitimi olan kişilerin diğer tüm karakteristiklerinden soyutlanması ve sadece
yeti yitimlerine dayanılarak üzerlerinden kâr elde edilebilecek süreçlere dahil
edilmesi yönünde. Sakat kişilerin toplumsal arenada yeti yitimini ifşa
etmeksizin adım atması eskiye kıyasla çok daha zor. Bu ahval ve şeraitte, sakat
kişilerin, yeti yitimi dolayısıyla edindikleri kimliğe atfedilen değerin, sahip
olduğu diğer tüm karakteristik özellikler ve yeteneklere verilenden daha fazla
olduğunu görüp bu kimliği öne çıkarmaya ikna olmaları şaşırtıcı değil. Meramımı
daha iyi anlatmama yardımcı olması beklentisiyle, mesela 20-25 yıl kadar
öncesine dönmenizi ve geçtiğimiz yüzyıl içinde belli bir alanda ün yapmış sakat
kişi isimlerini hatırlamanızı isteyeceğim. Örneğin Aşık Veysel olabilir. Onun
yeti yitimini yani körlüğünü unuttuğunuzda değeri ve ününde bir azalma oluyor
mu? Aynı durum için başka örnekler de var. Eşber Yağmurdereli ve Cemil Meriç
gibi isimleri sınayabiliriz mesela. İsimleri bilmiyorsanız da google’da arama
yaparak da fikir edinebilirsiniz.
Şimdi
de, günümüze dönelim ve bu kez son 20 yıl içinde ünlenmiş sakat kişileri
düşünelim. Sonra, onların yeti yitimlerini ve yeti yitimleri üzerinden
konumlandırıldıkları pozisyonları unutalım ve elimizde kalana bakalım. Günümüze
dair örnekleri benim vermeme hacet yok sanırım. Ama belki hafızamın
zayıflığından, ne kadar zorlasam da benim aklıma gelen örneklerin hepsi, yeti
yitimlerini yok saydığımızda şöhreti de yok olacak isimlerden.
Gayem
bir bardağın boş yanına işaret etmek filan değil. Sadece artık “adam yerine
konduğumuzu” düşünüp rehavete kapılmak için henüz çok erken demeye çalışıyorum.
Sakatlık kapitalizm tarafından üretilen bir durum ve kapitalizm aynı zamanda hepimizin
ortak sakatlığı. Çalışmayı kutsallaştırıyor ve emeği üstünden para
kazanabildiğine sevilen; kazanamadığına üvey kul muamelesi yapıyor. İşsizlik
herhangi bir kapitalist ekonominin kalıcı bir özelliği ve kâr güdüsü, rekabet,
verimlilik, hız vb. parametreler sakatın üretim süreçlerinden dışlanmasını
meşrulaştırıyor. Liberal ayrımcılık karşıtı yasalarla, belki bireylerin önyargı
ve ayrımcı tutumları bir nebze olsun önlenebilir ya da kamusal alanların daha
erişilebilir olması sağlanabilir ama sistemik işsizlik sonlandırılamaz ve
bireysel haklar iktisadî yapıdan daha ağır basamaz. Hasılı kelam, sakatların
toplumsal yaşama katılabilmelerinin önündeki asıl engel, sahip olunan yeti
yitimi ya da insanların sakatlık hakkındaki önyargı ve yanlış bilgileri değil;
pazar ekonomisi ve onun işleyiş mantığının dikte ettiği toplumsal normlar ve
yarattığı insan tipidir. Arkadaşımın annesinin babasına söylenirken kullandığı
söze dönersek; ‘ö’ sakat kapitalizmin “kör pazara varmasın”; ‘e’ sakat ise
“Pazar körsüz kalmasın” diyen döneminin ürünüdür. Gandhi’ye atıfla söylersek,
özürlü, sakatın yok sayıldığı, engelli ise onunla dalga geçilen döneme işaret
eder. Kriz Avrupa’sında sakatlıkla ilgili ödeneklerin kısılmaya çalışılması,
ödeneklerden faydalanılmasının zorlaştırılma çabaları ve sakatlara yönelik
artan tacizler saldırı dönemine girdiğimizin emareleri olarak okunabilir. Eşber
Yağmurdereli’ye kulak verirsek;
Yüzyıllardır
bu topraklar üstünde
hayatımıza
ve onurumuza
kasteden
bir akrep var.
o
hayatımızı,
onurumuzu
ve
bilincimizi
her
gün
yeniden
sonsuz
kere zehirliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder