Çağrı Doğan
Birikim Dergisi, Sayı 229: http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/3739/engelliler-postmodern-kapitalizmin-sakatlari
“Önce yahudiler için geldiler
Sesimi çıkarmadım –
Çünkü ben yahudi değildim
Sonra komünistler için geldiler
Sesimi çıkarmadım –
Çünkü ben komünist değildim
Sonra sendikacılar için geldiler
Sesimi çıkarmadım –
Çünkü ben sendikacı değildim
Sonra benim için geldiler
Ve artık ses çıkaracak kimse kalmamıştı”
Pastor Niemoeller
Neonaziler hariç, çoğumuz Nazi Almanyası döneminde yapılanın
soykırım olduğunu kabul
edecektir. Fakat kaçımız, Nazilerin önce sakatlar için geldiğini ve gaz
odalarında yüzbinlerce sakatı katlettiğini bilir? Ne Pastor Niemoeller bu
gerçeği görüp şiirine “önce sakatlar için geldiler” gibi bir dize eklemiş; ne
de Nazileri yargılayan Nurnberg mahkemeleri
onları bu eylemlerinden dolayı yargılamıştır.
Bir İktidar Söylemi Olarak Sakatlığın Hikayesi
Gerek özürlülük, bu yazıda fiziksel, duyusal, psikolojik ya
da entellektüel işlev kaybı ya da eksikliği anlamında kullanılacak, gerekse
sakatlık, bu yazıda özürlülüğe yüklenen sosyal değer anlamında kullanılacak, çok
eski zamanlardan bu yana ve her toplumsal yapıda var olmakla birlikte; özürlülüğün
neden ve sonuçları ve sakatlığın tanımı ve sosyal anlamı bütün tarihsel
dönemler ve farklı toplumsal yapılar için sabit ve aynı değil.
Öte yandan tarihsel dönem ve toplumsal yapılar
birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılmadığına göre, tarih ve toplumsal yapı
tarafından belirlenen bir kavram olan sakatlığın tanım, anlam ve deneyimleri
arasında da benzer bir ilişki olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir ifadeyle,
hakkında konuşacağımız “sakat”ın, bulunduğu yerde durup dururken peydah
olmadığı, farklı tarihsel ve toplumsal süreçler arasındaki karmaşık etkileşimin
bir ürünü olduğu sonucuna varabiliriz.
Neden Sakat?
Sakatları da kapsayan hakim sosyal eğilim, sakatı
“faydasızlık”la ilişkilendirmekte, sakatlığı her şeyden önce kişisel bir
trajedi, tıbbi yöntemlerle
iyileştirilmesi gereken bir sorun olarak görmektedir. Sakat, kör, topal,
sağır gibi sözcüklerin sözlük anlamlarını, bu sözcüklerle kurulmuş deyim ve
atasözlerini incelemek bile sakatlığa yüklenen negatif sosyal değeri
kavramamıza yardımcı olacaktır. Bu sözcüklerin başka dillerdeki
muadilleriyle ilgili yapılacak bir inceleme sonucunda rastlanacak “şaşırtıcı” benzerlik, yukarıda tarihsel dönem ve toplumsal yapılarla ilgili olarak yazılan önermeyi destekleyecektir. Fransız filozof Foucault dünyayı deneyimleme hakkında konuşma tarzımızın birbiriyle ilişkili olduğunu söylemektedir. Nesnelere verdiğimiz isimler deneyimlerimizden, deneyimlerimiz de bizim bu nesnelere verdiğimiz isimlerden etkilenir. Sözcük anlamı olarak şimdilik aynı negatif yüke sahip olmasa da, engelin bireyi çevreleyen sosyo-ekonomik şartlarda değil bireyin kendisinde olduğunu ima eden “engelli” sözcüğü yerine, “sakat” sözcüğünü seçmemin nedeni de, sakat ifadesinin sahip olduğu sakatlığa yüklenen negatif değer ve sakatlar üzerindeki sosyal baskıyı anlatma gücüdür.
muadilleriyle ilgili yapılacak bir inceleme sonucunda rastlanacak “şaşırtıcı” benzerlik, yukarıda tarihsel dönem ve toplumsal yapılarla ilgili olarak yazılan önermeyi destekleyecektir. Fransız filozof Foucault dünyayı deneyimleme hakkında konuşma tarzımızın birbiriyle ilişkili olduğunu söylemektedir. Nesnelere verdiğimiz isimler deneyimlerimizden, deneyimlerimiz de bizim bu nesnelere verdiğimiz isimlerden etkilenir. Sözcük anlamı olarak şimdilik aynı negatif yüke sahip olmasa da, engelin bireyi çevreleyen sosyo-ekonomik şartlarda değil bireyin kendisinde olduğunu ima eden “engelli” sözcüğü yerine, “sakat” sözcüğünü seçmemin nedeni de, sakat ifadesinin sahip olduğu sakatlığa yüklenen negatif değer ve sakatlar üzerindeki sosyal baskıyı anlatma gücüdür.
Erkek ve diğerleri, beyaz ve diğerleri VB hiyerarşik
toplumsal kodları anlatmak için kullanılan
cinsiyet-çilik, ırk-çılık gibi kavramlardan yola çıkarak, sakatlığa
yüklenen negatif sosyal değerin ve sakatlar üzerindeki sosyal baskının sorumlusu
olan sağlam ve diğerleri şeklindeki hiyerarşik yapılanmalar için de, sağlam-cılık
diyebiliriz. Farklılıkların karşılaştırılıp ölçülmesine dayanan bu hiyerarşik
yapılanma, sağlam olanı rasyonel, ileri, normal, sağlıklı, iyi, doğru; sağlam
olmayanı da geri, rasyonel olmayan,
anormal, sağlıksız, kötü, yanlış olarak sınıflandırırken; rasyonel, sağlıklı,
normal olmayanın rasyonelleştirilmesi, sağlıklı hale getirilmesi ve
normalleştirilmesi için gerekli müdahaleleri de meşrulaştıracaktır. “Sağlam
kafa sağlam vücutta bulunur”, “Bu sakat mantıkla bu iş yürümez”, “Bu gerçeği görmemek
için kör olmak gerekir” derken yapılan da, söz konusu sağlamcı ideolojinin dil
aracılığıyla yeniden üretilmesinden başka birşey değildir.
İdeolojilerle sosyo-ekonomik yapılar arasında birbirlerini
tamamlayıcı cinsten bir ilişki olduğunu düşünürsek, hakkında konuşuyor
olduğumuz sakatın, içine doğduğumuz kapitalist yapının kendinden önceki sosyal
ve iktisadi yapılardan devralıp yeniden ürettiği sağlamcı ideoloji tarafından
çizilen daire içinde konumlandığını görebiliriz. Dolayısıyla, söz konusu
dairenin neden ve nasıl çizildiğini anlamak kaygısıyla çıkılan yolda, sağlamcı
ideolojik mirasın oluştuğu tarihsel dönemlere başvurmak ve kapitalizmin bu
ideolojik mirası nasıl yeniden ürettiğini anlamaya çalışmak aydınlatıcı
olacaktır.
Bu noktada bir parantez açarak, sakatlık gibi genel bir
kategoriye sokulan grupların her tarihsel dönem için özürlü ya da sakat olmayabileceğini,
bu yazıda üzerinde duracağımız sakatlığın sosyo-ekonomik değerinin evrensel
olmadığını belirtmeliyim. Örneğin insanlığın yazıyı icad etmediği dönemlerde ya
da okuma yazmanın yaygın olmadığı toplumlarda, yazıyı okuyamamaktan kaynaklı
öğrenme güçlüğü yaşayan (disleksi) ya da yazma konusunda güçlük yaşayan
(disgrafi) insanlardan söz edilemez. Avustralyalı Aborijinlerden Daleguralar,
Kenyalı Masailer gibi toplumlarda bebeklerin öldürülmesinin yasak olması, yaşlılığın
bir otorite ve saygı işareti olarak kabul
edilmesi, özürlü insanların toplumsal yaşam dışına itilmemesi de sakatlığın
evrensel bir kategori olmadığına örnek sayılabilir. Antropolog Aud Talle
şunları yazmaktadır: “Bir kimsenin şu veya bu şekilde özürlü oluşu sadece onun
kişiliğinin bir parçasıdır, fakat sosyal veya kültürel olarak herhangi bir fark
yaratmaz. Tabii ki Masailer, özürlülüğün farkındadırlar ve ona kötü bir durum
veya şanssızlık olarak bakarlar. Her iki toplum da farklılığı adlandırır ve
belirtir, fakat bu, onlarca kabul
edilebilir bir şeydir ve farklı ve anormal olanlardan korkmamaktadırlar. Sakat
bir çocuk doğurmak, kültürel olarak çeşitli tedbirler alınması gereken bir kriz
durumu değildir. Hayat deneyiminin bir parçasıdır.”
Sakatlığın Öbürgünü ya da Kapitalizm Öncesinin Sakatı
“Modern olan ne varsa, Antik Yunan’a borçluyuz.”
Oscar Wild
Genellikle kabul
edilmektedir ki, batı uygarlığının temelleri Antik Yunan döneminde atılmıştır. Dönemin
felsefe, sanat ve mimarlıktaki deneyimleri bütün batı dünyasının kültürüne
derin etkide bulunmuştur.
Öte yandan, genellikle Yunan ekonomisinin kölelik üzerine
inşa edildiği göz ardı edilmektedir. Yunan medeniyeti açıkça görülür bir
biçimde patriarkiye, hiyerarşiye dayanan şiddet yoğun bir toplumdu. Antik Yunanlılar
evrensel olarak vatandaşlık haklarının ve bireyciliğin yaratıcısı olarak
görülse de bu, sadece Yunan erkeklerine mahsustu ve kadınlar ile Yunanlı olmayanlar
ikinci sınıf olarak kabul
edilirdi. Yunanlı erkekler için askerlik hizmeti mecburiydi. Yunan toplumu,
birbirleriyle veya komşularıyla sık sık savaşan yarı-otonom şehir devletlerden
oluşuyordu. Bu tip bir toplumda fiziksel ve entelektüel dinçlik gerekli bir
şeydi; sakatlar için toplumsal yaşamda çok az yer vardı. Özürlü doğan
bebeklerin öldürülmesi yaygın ve teşvik edilen bir uygulamaydı. Hatta bazı
şehir devletlerinde mecburiydi. Bu uygulamanın yansımalarından birisi, Yunanlı
bir jinekolog doktor olan Soranos tarafından M.S. ikinci yüzyılda yazılan “Yetiştirmeye
Değer Bir Çocuğun Tanınması” isimli eserde görülebilir: “… Çocuk vücudu, her
yönüyle mükemmel olmalıdır. Boyutları ve biçimi uygun olmalı ve doğal
uyaranlara tepki vermelidir…”
Mitolojide de dönemin sakatlık yaklaşımının izleri
sürülebilir. Tanrılar ve tanrıçaların, antropomorfik şekilleriyle kutsal
varlıklar olarak değil, daha ziyade “mükemmelleştirilmiş insanlık idolleri”
olarak yaratıldığı mitolojide, tanrılardan sadece biri sakat ve çirkindir. O da
Hephaistos’tur. İki ayağı da topaldır. Homeros'un İlyadasında bunun sebebi iki
şekilde açıklanır. Birinciye göre babası Zeus, Hera ile kavga ederken
Hephaistos annesinin tarafını tutar, buna kızan Zeus oğlunu Lemnos
adasına fırlatır ve Hephaistos bu yüzden sakat kalır. İkinci efsaneye göre
Hephaistos sakat doğar, bu durumdan utanan annesi onu Olympos'tan aşağı
fırlatır. Hephaistos'u nereidler büyütür. Aşk tanrıçası olan Afrodit ona
acıyarak Hephaistos’la evlenir. Ancak sonra, kocası sakat olduğu için, sağlam
bir tanrı olan Eros için Hephaistos’u terkeder. Bu öykü; özürlülük, dışlama ve
iktidarsızlık arasındaki aşina olduğumuz bağlantının açık bir örneğidir.
Dahası, Yunan kültüründe, özürlülüğün işlenen günahlar için verilen bir ceza
olarak görülmesinin kökleri de vardır. Ünlü tragedyada, yanlışlıkla babasını
öldürüp kendi annesiyle evlenen Oedipus, gerçeği öğrendiğinde kendini kör
ederek cezalandırır.
Romalılar’a gelince; onlar da sakat ve zayıf doğan çocukları,
Tiber nehrinde boğarak öldürüyorlardı. Yunanlılar gibi onlar da, özürlülüğü doğduğu
anda belli olmayan ya da doğuştan özürlü olmayan herkese kötü muamele
ediyorlardı. Cüceler, körler, sağırlar toplu eğlencelerde çokça kullanılıyordu.
Cüceler ve kör erkekler, kadınlarla ve hayvanlarla dövüşerek Romalılar’ı
eğlendiriyorlardı. Roma toplumunun en üst seviyesinde olan bir aileden geldiği
için ölümden kurtulan sakat imparator Claudius, imparator olmadan önce Romalılar
arasında alay konusuydu. Hatta annesi Antonia bile ona tepeden bakıyor ve onun
için yarısı tamamlanmış bir erkek canavar diyordu.
Kitaplı Dinlerin Sakatı
“Dinsel dünya, gerçek dünyanın yansısından başka birşey
değildir.”
Karl Marx
Ortaya çıkış nedenleri ne olursa olsun, gerek mitoloji
gerekse yazılı dini öğretiler, kurulu sınıflı toplumların yapısı, işleyişi ve
dönemin politik atmosferinin yanı sıra sakatın o yapı içerisindeki yerini de
yansıtır. Antik Yunan’a geri dönersek, Hephaistos sadece sakat bir tanrı değil
aynı zamanda tanrıların en beceriklilerinden biridir. Tanrıların tunçtan
evlerini, mutlu yaşayan insanları cezalandırmak için Zeus tarafından sipariş
edilen ve Prometheus'un kardeşi Epimetheus'a eş olarak yeryüzündeki ilk kadın
olarak gönderilen Pandora'yı, Prometheus'u Kafkas dağlarında tutan zincirleri,
Eros'un oklarını, Helios'un arabasını, Akhilleus'un zırh, kalkan ve
kılıçlarını, Girit Adası’nda bekçi olan tunç dev Talos'u, Atina'daki Thesion
tapınağını, Zeus'un yıldırımlarını o yapmıştır. Akhilleus'un annesi Thetis'in
düğününde Kheiron'un Peleus'a verdiği mızrağın ucundaki hiç aşınmayan sivri
mızrak ucu da onun elinden çıkmıştır.
Tüm bunlar sakatların dönemin sosyo-ekonomik yaşamına
katılabildiğinin bir göstergesi olarak anlaşılabilir. Dahası, Hephaistos’un
verili kurallara uymamasından dolayı sakatlanması sakatlığın bir sosyal kontrol
aracı olarak kullanıldığını göstermektedir. Sakatlar verili sınıflı ve
cinsiyetçi toplumun ön gördüğü kalıplara göre davranmadıkları için sakat
olduklarına göre, aynı şekilde davranan sağlamları da benzer bir sonuç
beklemektedir.
Antik Yunan’ı takip eden
dönemlerdeki merkezî değerler dünyasını yansıtan/belirleyen Hristiyanlık ve
Musevilik gibi dinlerin kitaplarında da sakatlığın toplumsal değeri hakkında
fikir edinmemize yardımcı olacak birçok metin bulabiliriz.
Leviticus’un çoğu kısmı, sahip olanların her türlü dini
ayine katılmasını engelleyen eksikliklere adanmıştır: “Sizin neslinizden
sakatlığı olan hiç kimse, Tanrısının ekmeğini sunmaya yanaşamaz. Kör, topal,
yüzünde kusuru olan, bacakları veya kolları gereğinden fazla uzun olan, cüce,
çıbanlı veya ezilmiş testisleri olan (Leviticus, 21.16-20) hiç kimseye
yaklaşılmayacaktır.”
İncil’de, özürlülüğün kişinin daha önceki yanlış
davranışları sonucu oluştuğuna dair metinlere sıkça rastlanmaktadır. Örneğin, Eski
Ahid’de (The Old Testament) ahlaksız insanlar Tanrı tarafından kör edilecektir
denmektedir (Deuteronomy, 27-27). Bu geleneklere Yeni Ahid’de de (The New
Testament) devam edilmektedir. Mattew’un kitabında İsa’nın elleri ayakları
titreyen bir adamı, günahlarının affedildiğini söyledikten sonra iyileştirdiği
anlatılmaktadır (9-2).
Fakat ortaya çıktığı dönemin diğer öğretilerinin aksine,
Yahudi inancına göre bebeklerin öldürülmesi yasaktı. İslam ve Hristiyanlık’da
da bu anlayış sürdürülecekti.Yahudilerin ekonomik hayatı, tarım ve
hayvancılığın yanı sıra ticarete dayanıyordu. Savaş ve şiddetin yoğun olmadığı
böyle bir toplumda özürlüler, muhakkak ki ekonomiye ve toplumun refahına
katkıda bulunabiliyorlardı. Ayrıca toplumun bir bütün olarak kavrandığı
Yahudilik ve takip eden
öğretilerde bir kişinin sakatlığı, bütünün bir parçasının toplumsal yapı
için çalışırken/savaşırken sakatlanması
anlamına geldiği için bu durum karşısında alınan tedbirler de genellikle korumacı
olmakla birlikte, dışlayıcı değildi.
İktidar talebiyle ortaya çıkan; sahneye çıktıkları dönemin
sosyal değerlerinin üzerine kurulan ve onları yeniden üreten kitaplı dinler,
öncelikle dönemin sosyo-ekonomik koşullarının toplum dışına ittiği yoksullar,
sakatlar gibi kesimler arasında kabul
görüyordu. Bu bağlamda, en azından söz konusu öğretiler iktidarı ele geçirene
kadar ya da mevcut iktidarlar tarafından devralınana kadar, sakatları dışlamayan
bir dil kurulduğunu ve onları sahiplenen bir tavır benimsendiğini söyleyebiliriz.
Bunun yanında, söz konusu öğretilerin -günümüzü de kapsayan dönemde,
sosyo-ekonomik piramitlerin altında ya da dışında kalan sakatlar için bir liman
işlevi gördüğünü de eklemeliyiz.
Homeros ve Hafızlık Kurumu
Özellikle insanlık yazıyı ve sonrasında matbaayı icat
etmeden önce, kurulu düzenin sürdürülmesi için gerekli olan merkezî değerlerin
yayılmasında körler önemli bir rol üstlenmişti. Muhtemelen Homeros’u da var eden bu koşullardı. Yazı
matbaanın icadıyla kitleselleşene dek, körlerin bu işbirlikçi rolü sürdürdükleri
söylenebilir. Osmanlı’da matbaanın kullanılmaya başlamasına muhalefet edenlere
katılmışlar mıdır bilinmez ama, Kuran’ın ezbere okunması işi olan hafızlık ile
körlerin özdeşleşmiş olması da bu kestirimimize dayanak olacaktır.
Bu noktada, şimdiye kadar değindiğimiz tarihsel süreçlerle
ilgili bilgilerimizin ışığında aydınlanan sakat hakkında aşağıdaki tespitleri yapabiliriz:
Ø Üretim
biçiminin merkezinde toprağın bulunduğu, zanaatkarlığın önemli ve geçerli
olduğu, yazının bilgi üretme ve yayma aracı olarak kullanımının henüz
yaygınlaşmadığı toplumlarda sakatlar iş hayatına katılabiliyor ve toplumsal
alanda görülebiliyordu.
Ø Şiddet
yoğun dönemlerde ya da toplumlarda sakatın toplumsal rolü azalıyor, dışlanma,
öldürülme veya baskı görme olasılığı artıyordu.
Ø Birey
henüz en küçük toplumsal birim değildi.
Ø Yaşanılan
mekân çalışılan mekân ayrımı henüz oluşmamıştı.
Ø Bakıma
ihtiyaç duyan sakat ya da yaşlı kişi içine doğduğu toplumun ayrılmaz bir
parçası olduğu için, bakım hizmeti topluluk tarafından topluluğun yaşayıp
ürettiği mekanda verilebiliyordu.
Ø Sakatlık
gibi bir genel kategori ve sakatlıkla ilgili ayrı kurumsal yapılar oluşmamıştı.
Statükonun İyi Polisi ya da Hayır İşlerinin Sakatı
“Yoksullara yiyecek verdiğimde aziz; yoksulların neden
yiyecekleri yok diye sorduğumda ise komünist diyorlar.”
Don Helder Camara
Sakatlığı günah işleyenlerin başına gelen bir durum olarak
gören ideolojik atmosfer kapitalizm öncesi ara dönem için de geçerliydi.
Sakatlar, şeytanın varlığının ve onun insanlar üzerindeki gücünün yaşayan kanıtları
olarak görülüyordu. Protestanlığın kurulmasının öncüsü ve dini lideri olan
Martin Luther (1485-1546), sakat bir çocukta şeytanı gördüğünü iddia ediyor ve
onların öldürülmesini öneriyordu.
Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra, Batı Avrupa’da iktidar
çatışmalarının ve şiddetin yoğun olduğu uzun bir dönem yaşandı. Siyasi
iktidarların sürekli değiştiği bu dönemde, birleştirici tek güç olarak kilise
öne çıkıyordu. Dönemin şiddet yoğun karakteri gereği, sakatlara karşı sosyal
tepkinin sert ve yıpratıcı olması kuvvetle muhtemeldir. Öte yandan 13. yüzyıla kadar
Avrupa’nın geri kalan kısmının çoğunun aksine, İngiliz adalarında bir dereceye
kadar istikrarlı bir düzen kurulmuştu. 10.yüzyıldan beri ayrı bir krallık olan
İngiltere’de fabrikasız kapitalist bir ekonominin bütün ön koşulları; gelişmiş
bir pazar ekonomisi, mobilize bir iş gücü, metalaşmış toprak, kâr motifi ve özel mülkiyet oluşmuştu. Toprağın
metalaşmasıyla birlikte önceleri onun bir parçası olarak yaşayıp o toprakta
ölen insanlar, geniş yığınlar halinde sadece ürettikleri değil yaşadıkları mekânı
da kaybediyorlardı. Kentler, zayıflamakta olan iktidarın kontrolünden çıkmış insanlarla
dolmaya başlamıştı.
Savaşlar, salgın hastalıklar, göçler ve değişen
sosyo-ekonomik şartlar, toplumsal yapının dışında kalan insanları, yaşamak için
kilisenin şefkatli kollarına sığınmaya zorluyordu. Yoksul, sakat ve yaşlıların
toplumsal alanın içinde tutularak bakımı ve korunmasının zorlaştığı bu
koşullarda, sosyo-ekonomik yapının dışına itilen ve aynı zamanda o yapının
varlığını tehdit eden
sakatlar da, kiliseye bağlı kurumlarca kontrol altında tutulmaya çalışılıyordu.
Kapitalizmle birlikte, kilisenin yanında söz konusu kontrol misyonunu
üstlenecek başka kurumlar da ortaya çıkacaktı.
Disiplin Toplumu ve Kapitalizmin Sakatı
“Zaman insan gelişiminin alanıdır. Boş zamanı olamayan kişi,
tüm yaşamı uyku, yemek, ve benzeri şeylerin getirdiği fiziksel kesintiler
dışında kapitalist için çalışmakla geçen kişi yük hayvanından bile aşağıdır.
Kendi dışına yönelik zenginlik üreten bir makinedir yalnızca…”
Karl Marx
18. yüzyıl toprağın ve tarımın önemli ölçüde ticarileştiği
ve sanayileşmenin başladığı bir döneme şahitlik etti. Bu yüzyılda aynı zamanda
Aydınlanmacı ve Liberal Faydacı felsefenin oluşumu hızlandı. Kurulu dinlerin
kritiği, “akıl” ve “bilim” üzerine vurgu, toplumsal ilerlemeye atfedilen önem,
bireyselliğin yüceltilmesi dönemin öne çıkan değerleriydi. Bu yüzyılda gelişen
Aydınlanma düşüncesi de, kapitalizmin dayandığı makineyi baz alarak, aklın
denetimi altında arızalanmadan işleyen bir beden fikrini geliştirecek ve
bedenin sakatlıkları tamir edilmesi gereken bir makine arızası olarak; sakatlar
da, tamir edilemediği durumlarda hurdaya çıkarılan makineler olarak
görülecekti.
19. yüzyıl, kapitalizmin gelişip serpilmesiyle sakatlığın 20.
yüzyılda gördüğümüz formuyla oluşmasına da tanıklık edecekti. İş ve iş gücünün
örgütlenme biçiminin ve mekânının değişmesi, iş ritmindeki artış, kârlılık,
verimlilik gibi isterler sakatlar, yaşlılar gibi kesimleri üretim süreçlerinin
dışına itmekle kalmayacak; onların dayanışma içinde yaşayabildiği, bakım ihtiyacının,
parçası oldukları cemiyet tarafından doğrudan karşılanabildiği sosyal örüntüyü
de dağıtacaktı.
Beden ile aklın sistematik bireyselleştirilmesi ve
tıbbileştirilmesi, görünür özürleri olan insanların toplum yaşamından alınıp kurumsal
ortamlara kapatılması, sakatların toplumsal yaşamdan dışlanmasını ve hatta Nazi
Almanyası’nda kitleler halinde ölüme gönderilmesini sağlayıp meşrulaştıracak sosyal
Darvinizm ve Ögenist hareket de bu dönemin
ürünüydü.
Yeni düzenin Tanrı’sı “sermaye”ydi ve Tanrı artık
yeryüzündeydi. İleride ABD’ye taşınana kadar genel olarak İngiltere’de
oturacaktı. Ulus devletler onun kulu ve elçisi; öğretmenler ve doktorlar imamları;
aydınlar ulema sınıfı; okullar, fabrikalar, stadyumlar yeni ibadethaneler
olacaktı. Sermayenin ve ulus devletin varlığını tehdit etmediği ve mümkünse bu yeni
dinin yayılmasına yardım ettiği sürece eskinin kurumlarının da varlığını
sürdürmesinde bir sakınca yoktu. Nitekim İngiltere’de krallık, Vatikan’da
kilise iktidarsız bir şekilde ya da iktidarını yeni düzen için kullanarak yaşamaya devam edecekti.
Nazizm: Modernitenin Zirvesi
“Hasta kişi, toplum üzerindeki bir parazittir.”
Nietzsche
Modern olarak adlandırılan ve kendine hakim, kendi
sınırlarını kontrol edebilen, çalışmaya,
itaate ve disipline yatkın, eğilip bükülebilir, “kendi uzuvlarına söz
geçirebilen”, “aklın önderliği altında örgütlenmiş” bir beden anlayışını öne
çıkaran bu kapitalist zeminde kurgulanmış “normal”e uymayan her türlü organizma,
toplumsalın dışına itilecek, gözden ırak tutulacak, kapitalizmin disipliner
kurumlarınca ıslah edilmeye çalışılacak, tecrit edilecek ya da öldürülecekti. Böyle
bir zeminde sakat sadece doğal ya da beşeri nedenlerle bedensel ya da
entelektüel yetileri kısıtlanmış bir kişi değil, çalışma erdemine sahip olmayan
bir suçlu; tıp sadece insanları sağlıklı kılmaya adanmış saf bir bilim değil,
kendini insanların kapitalizmin çizdiği çerçeve içinde kalmasına adamış bir
teşkilat; doktorlar da çerçeve dışına çıkanları yakalayıp ıslah etmek için
çalışan sağlık polisleriydi. Sakatlara yönelik olarak açılan okul, bakımevi,
hastane, rehabilitasyon merkezi gibi kurumlar da sakatların iyiliğinden ziyade,
kapitalist toplumun iyiliği için çalışan, sakatların ıslahı, tecriti ya da
öldürülmesi misyonunu üstlenmiş tutukevleriydi.
Kapitalizmin varlığını meşrulaştıran ideolojik atmosferin
önemli bir bileşeni olan sosyal Darwinizm uyarınca; güçsüz, zayıf, sakat
varlıklar doğada yaşamlarını sürdüremeyip
elendiğine göre, toplumsal hayatta da ancak güçlü olanın, sakat
olmayanın var kalması doğaldı. Öjenizme göre de, soyun saflığını gözeten politikalarla
seçkin insanlardan oluşan bir toplum yaratılabilirdi ve yaratılmalıydı.
Modernliğin gönlünde yatıp da bir türlü “tam olarak”
gerçekleştiremediği “toplumu sakatlardan arındırma” projesini hayata geçirme
görevi de, sosyal Darwinizm ve Öjenizmi baş tacı edecek olan Nazi yönetimine
düştü. Nazi döneminde sakatlara yönelik zorunlu kısırlaştırmanın yaygınlık ve
keyfilik kazanmasının yanı sıra sakat doğan çok sayıda bebek ve çocuk doktorların
gözetiminde, on binlerce yetişkin sakat da ölüm kamplarında Nazilerce katledildi.
Öte yandan Naziler çok sayıda sosyalisti, muhalifi, eşcinseli zihinsel
sakatlıkla damgalayarak akıl hastanelerine
kapattılar ya da öldürdüler. Nazilerin sakatlara yönelik uygulamaları Nurnberg
mahkemelerinde yargılanmadı, çünkü o dönemde ABD, Kanada, İsviçre, Danimarka,
İsveç ve başka batı ülkelerinde sakatlara karşı zorunlu kısırlaştırma
uygulamaları yürürlükteydi ve bu uygulamalar 1950’lere kadar devam edecekti.
Refah Devletinin Sakatı
İkinci kapitalist savaş sonrasında ulusal burjuvaziler, reel
sosyalist deneyimin de basıncıyla, diğer toplumsal kesimleri rahatlatacak
sosyal politikalarla kapitalist düzenin bekasını korumaya çalıştılar. Özellikle
Batı Avrupa’daki birçok ülkede hükümet eden
sosyal demokrat partiler; eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi alanlardaki
devlet katkısı; toplumsal kesimler için sağlanan örgütlenme özgürlüğü; içerisinde
sakatların da etkin olduğu ve siyaseti etkileyebilen sosyal hareketlilik bu
dönemin ayırt edici özelliklerindendi. Bu dönem sakatlıkla ilgili çeşitli korumacı
politika ve kurumların oluşturulmasına ve sakatlara yönelik sosyal yardımların
artırılmasına da tanıklık edecekti.
Kapitalizmin genişleyerek merkezîleşmesi, kendine yeni
pazarlar araması II.Dünya Savaşı’nın çıkışının
en önemli nedenlerinden biriydi. Paylaşım savaşından sonra üretken
sermaye talep oluşturmak için sömürgeciliği ortadan kaldıracak yapısal
değişiklikleri gerçekleştirecekti. Fordist üretim tarzı ile Taylorist işin
örgütlenmesi sonucunda emek piyasasının bu biçimleniş tarzı sakatlığı
artıracaktı. Çalışma koşullarının maksimum kâr hedefinden dolayı kötüleşmesi,
uygun sağlık koşulları altında bulunmayan işyerleri, makineleşme ve dolayısıyla
kapitalist sistemin sakatlığı artırarak genişlemesi, 1960’larda sakat
hareketlerinin ivmelenmesine neden olacaktı.
Dolayısıyla 60’larda dünyayı sarsan sosyal hareketlerin
içinde sakat hareketi de göze çarpıyordu. Örneğin ABD’de Vietnam gazilerinin
muhalefeti savaş karşıtı direnişin önemli bir aktörüydü. Bu dönemde gelişen
sakat hareketi; sakatlıkla ilgili sağlık bazlı yaklaşımı, bu yaklaşıma
oturtulan sosyal politikaları, sakatlara yönelik kurumsal tecriti ve sakatlık
alanında çalışan sakat olmayan “uzman”ların pozisyonunu sorguluyor; sakatların
toplumsal yaşamda aktif olmalarını sağlayacak politikalar oluşturulmasını,
sakatlığa özgü hizmetlerin onları sosyal ortamlarından koparmadan verilmesini
ve sakatlıkla ilgili politikaların belirlenmesinde söz sahibi olmanın yanı
sıra, üretim süreçlerinde sakatların rol almasını sağlayacak düzenlemeler
yapılmasını talep ediyorlardı. Resmi binalara, okullara tekerlekli sandalyeyle
girebilmenin olanaklarının yaratılması, ulaşımda sakatlara yönelik kolaylıklar sağlanması, sakatlara yönelik
tacizlere karşı önlemler alınıp bu konudaki cezaların artırılması gibi bir çok
gelişme sakat hareketlerinin mücadeleleri sonucunda gerçekleşecekti. Artı değer
yaratabildiği ve daha ucuza malolduğu sürece, iş gücü kullanılanların sakat
olup olmamalarının bir önemi olmadığı gibi verilen ücretlerin yine kapitalist
sınıflara geri dönecek olması da cabasıydı. Dolayısıyla, kısıtlı da olsa istihdam
talebine de cevap verilebilecekti.
Kapitalizmin Şeytanı ya da Marxizmin Sakatı
Sonraları özellikle kendileri de sakat olan araştırmacılara,
sakatlık çalışmaları için güçlü teorik araçlar sunacak olsa da, 18. ve 19. yüzyıl
Avrupası’nı karakterize eden
maddi ve ideolojik koşullarda doğan Marxizm, sakatlığı daha çok özürlülük merkezli
olarak ele alıyordu. Gerek Marx ve Engels’in kendi yapıtlarında gerekse
takipçilerinin eserlerinde sakatlar, kapitalist üretim biçiminin çok sayıda
işçinin özürlü olmasına yol açtığı ya da kapitalist süreçlerle oluşan “artı
nüfus”un içerisinde özürlülerin de bulunduğu bahsiyle yer alıyordu. Söylediklerinin
doğruluğu bir yana, sağlam merkezli bu yaklaşım, özürlülüğe yüklenen negatif
sosyal değerin yani sakatlığın ortadan kalkması açısından hükümsüzdü. Nasıl ki
kadınlıkla ilgili sorun dişilik değilse, sakatlıkla ilgili asıl sorun da özürlülük
değildi. Dahası emeğin kullanım değeriyle de olsa kutsanmasının da sakatlar
için dışlayıcı olduğu söylenebilir.
Genel olarak solun sakatlıkla ilgili tavrı da özürlülük
merkezliydi. Sakatlar, sol siyasetlerin söylevlerine daha çok kapitalist üretim
ilişkilerinin, tüketim kültürünün, savaşların özürlü nüfusu artırmasından şikayet
ederken bir propaganda malzemesi olarak dahil ediliyordu. Sakatlığın bir
toplumsal kurgu, bir iktidar söylemi olarak kavranması bir yana, sakatlık kişisel
bir trajedi, bir talihsizlik olarak görülüyor, sağ(lam)cı söylem yeniden
üretiliyordu.
Kontrol Toplumunun Tüketici Sakatı
“Dünya kötülük yapanlar nedeniyle değil, seyredip de hiçbir
şey yapmayanlar yüzünden tehlikeli bir yerdir.”
Albert Einstein
Kapitalist iktidar eski ya da alternatif sosyo-ekonomik
modeller karşısında kendini güvende hissedene dek, insanlar arasındaki doğal ya
da kurgusal tüm farklılıkların kurumlar tarafından disiplin altında tutulması
gerekiyordu. Kapitalist modelin işleyişine engel olmadığı takdirde, bu
kurumların kimler tarafından kimler için oluşturulduğunun bir önemi, bu yapılar
arasındaki çatışmaların ya da rekâbetin bir sakıncası yoktu.
1980’lerden itibaren, Sovyetler deneyiminin de tehdit
olmaktan çıkmasının yardımıyla, kapitalizmi rahatlatacak koşullar oluşmaya
başlayacaktı. Neredeyse dünyanın tamamı kapitalizm için hammadde ve ucuz iş
gücü cenneti olacak; sermaye dolaşımının önündeki engeller aşılacak ve hatta
ulus devletler dahil birçok kurum ve birey, daha fazlası için dünyayı dolaşan
sermayeden nasibini almak amacıyla birbiriyle yarışacaktı. Dünyadaki talep
sıkışıklığına karşın kâr oranları düşen sermaye, yeni ve kârlı alan arayışı
içindeydi ve dolayısıyla daha önce sermayenin içeremediği ve sermaye
adına devlet tarafından kontrol edilen,
denetlenen ve düzenlenen eğitim, sağlık gibi alanlar, çeşitli işletmeler,
madenler, toprak, su gibi doğal kaynaklar ve daha birçok şey özelleştirilerek
sermayeye alan açılıyordu. İşletmeler üzerindeki vergi ve sosyal güvenlik
maliyetleri gibi “yükler” hafifletilmekle kalmıyor; sosyal güvenlik dahi
sermayenin yatırım alanı haline getiriliyordu.
Kurulu düzenin devamı için üretilenlerin tüketilmesi
gerektiğine göre, ihtiyaçların manipule edilmesi, tüketimi teşvik edecek
kültürel ortamın ve mekânların yaratılması da şarttı. Medya ve alışveriş merkezleri
bu misyonu yerine getirecekti. Bu bağlamda, yeni düzende reklamlar ibadete
çağrı, alışveriş merkezleri de ibadethane olacaktı.
Doğada olan her şeyin, her türlü biyolojik, psikolojik ve
toplumsal farklılığın hızla metalaştığı ve kapitalizmin kendini yeniden üretmek
için farklılıklara ihtiyaç duyduğu bu koşullarda, sakat hareketinin toplumsal
yaşama dahil olma talebi ve artan yaşlı nüfus, sermayenin yeni ve kârlı faaliyet
alanları arayışıyla birleşiyor; sakatların yeti kayıplarını telafi edeceği
iddiasıyla çeşitli ürün ve hizmetler üreten yeni şirketler ortaya çıkıyordu.
Dahası, sakatlara yönelik eğitim, rehabilitasyon ve bakım hizmetleri gibi
alanlar da zamanla sermayeye terkedilecekti. Sakat hareketinin öne çıkardığı
ayrımcılık karşıtı mücadeleye cevap olarak çeşitli yasal düzenlemeler
gerçekleştirilecek, ürün, hizmet ve çevrenin sakatlara uygun tasarlanmasını ön
gören düzenlemelerle, bu amaçla örgütlenmiş yeni şirketlerin ortaya çıkması ve
sakatlık endüstrisinin genişlemesi sağlanacaktı. Bu durumda, sakatlık meta (kâr
etme süreçlerinin nesnesi) olarak, sakat da müşteri (tüketim süreçlerinin
nesnesi) olarak yeniden üretiliyordu. Öte yandan sakatlık sektörü esas olarak
maddi imkânı olan orta sınıflara hizmet veriyor, sakat yoksullar, göçmenler,
işsizler (özellikle kadın ve yaşlıysalar) bu hizmetlere erişemiyordu.
Sakatları sakat kılan rekâbetçi yapıya dokunmayan ve
sistemin sakatlar nezdinde meşrulaştırılmasını sağlayacak yasal düzenlemeler de
bu dönemin ürünüydü. Sakatlara karşı ayrımcılığı yasaklayan düzenlemeler ve
gelişen yeni teknolojiler, sakatları, üretim süreçlerine katılabilecekleri
yönünde umutlandırıyordu. Ancak kapitalistler işletmelerini sakatlardan çok
daha ucuza çalışabilecek iş gücü kaynağı bulabilecekleri yerlere taşıyınca bu
umut hayal kırıklığına dönüşecekti.
Yeni dönemde eskinin dini ya da seküler hayır kurumlarına,
sakatın sakatlığını ortadan kaldırmak açısından pek bir hükmü olmayan yasal
düzenlemeler ve sosyal sorumluluk projeleri ekleniyordu. Her şey artık
sermayeden, dolayısıyla şirketlerden sorulduğuna göre hayır sektörüne de el
atılmalı; sosyal patlamaya neden olabilecek negatif enerji birikimi, “sosyal
sorumluluk” projeleri aracılığıyla, kapitalist iktidarı yeniden üretecek bir
enerjiye dönüştürülmeliydi. Bu bağlamda, medya, şirketler ve başta sakat
olmayanlar tarafından yönetilenler olmak üzere sakatlarla ilgili hükümet dışı
örgütlenmelerin işbirliğiyle çeşitli yardım kampanyaları düzenleniyor,
dilencilik kurumsallaşıyor; sakatlar bu kez de dilenci (sadaka nesnesi) olarak
yeniden üretiliyordu.
60’larda diğer sosyal hareketlere dahil olarak kapitalist
düzen ve onun kurduğu sakatlık kurumuna karşı ayağa kalkan ve çeşitli
kazanımlar elde edilmesini sağlayan sakat hareketi, şimdilerde sakatlarla
ilgili yasal düzenlemeler ve sosyal sorumluluk projelerinde iktidara yardım
ediyor; “biz de sizler gibi normal insanlarız, bizden korkmayın, bizi
dışlamayın” yollu bir söylemi savunuyor ve müzakereci bir tavır sergiliyordu.
Kurumların ve bireylerin sermayenin iktidarını yeniden
ürettiği ve güçlendirdiği bu koşullara, kapitalizmin propaganda araçlarının
sayısının ve etkisinin artması da eşlik ediyordu. Daha önce saydığımız kilise
ve okula, medya ve internet eklenecekti ki, ikisi de şimdiye kadar var
olanlardan çok daha etkindi. İktidar her yerde ve herkesçe yeniden
üretilebildiğine, her yer ve herkes kameralarla izlenebildiğine göre, normdan
sapanların denetim ve disiplin altında tutulmasına, tecrit edilmesine ya da
öldürülmesine hizmet eden kurumlara da zamanla ihtiyaç
kalmayacaktı. Zaten tutunamayanlar, toplumsal süreçler içinde elenebilecekti.
Artık “sakat”, bir piyasa değeri, bir müşteriydi. Herşeyin
ve herkesin kaderini ve değerini belirleyen piyasa, bundan böyle onunkini de
belirleyecekti. Piyasadaki herşey ambalajlı ve piyasada ambalaj/imaj herşey
demek olduğuna göre; “sakat”ın da ambalajlanması gerekiyordu. Bu gereksinim,
“engelli” kavramı tarafından karşılanacaktı.
Sonuç olarak, post modern dönemde de, sakatlar dahil
edildikleri tüm toplumsal süreçlerin nesnesiydiler. Hayatlarını belirleyen maddî
ve ideolojik kurumlara yenileri ekleniyor, üzerlerindeki sosyal baskı hafiflemek
şöyle dursun, yoğunlaşarak, kurumsallaşarak ve küreselleşerek artıyordu. Başka
deyişle, sağlamcı ideoloji, kapitalizmle birlikte, sakatın konumlandığı
dairenin çeperini daha bir aşılmaz; sakatı daha bir “sakat” kılıyordu. Bu
bağlamda, engelli kavramının, söz konusu baskıyı gizlemek gibi önemli bir
işlevi de vardı.
Artık uyum sağlayamayanlar devlet müdahalesi gerekmeksizin
doğal olarak eleneceğine göre, sosyal Darwinist ülküye de ulaşılmış olacaktı. Modern
dönemde kendini ulus devletle, dolayısıyla milliyetçilikle ifade eden ırkçılığın ya da sosyal
Darwinizmin,
post-modern dönemde ulus devlete dolayısıyla milliyetçiliğe bağımlılığı zayıfladığına göre, “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” sözü de geçerli olduğu zemini kaybediyordu. Bu dönemde, ırkçılık/sosyal Darwinizmin söylemi ‘teratolojiyi ( insanın bedensel yapısındaki “anormallikleri” ve söz konusu “anormalliklerin” oluşmasındaki mekanizmaları inceleyen bilim dalı), biyolojiyi, psikolojiyi ve bilumum bilimi tüketim nesnesi haline getiriyor, ırkçılık böylece farklılıklar üzerinden pazar oluşturabilecek piyasa koşullarını yaratmada kültürel kurumlarını oluşturuyordu. Dolayısıyla artık geçerli olan, “Farklı kafa, farklı vücut, hepsi de piyasa tarafından aynılaştırılmak için”di. Görüntünüzden memnun değilseniz piercingli yüz, silikonlu göğüs, çekik göz seçebilir, dövme yaptırabilirdiniz. Sorun boyunuz ya da kilonuzsa dert değil! Boyunuzu uzatabilir ya da 0 beden olabilirdiniz. Kendinizi iyi hissetmiyorsanız, seanslardan seans beğenebilir,
anti-depresanlara hücum edebilirdiniz.
post-modern dönemde ulus devlete dolayısıyla milliyetçiliğe bağımlılığı zayıfladığına göre, “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” sözü de geçerli olduğu zemini kaybediyordu. Bu dönemde, ırkçılık/sosyal Darwinizmin söylemi ‘teratolojiyi ( insanın bedensel yapısındaki “anormallikleri” ve söz konusu “anormalliklerin” oluşmasındaki mekanizmaları inceleyen bilim dalı), biyolojiyi, psikolojiyi ve bilumum bilimi tüketim nesnesi haline getiriyor, ırkçılık böylece farklılıklar üzerinden pazar oluşturabilecek piyasa koşullarını yaratmada kültürel kurumlarını oluşturuyordu. Dolayısıyla artık geçerli olan, “Farklı kafa, farklı vücut, hepsi de piyasa tarafından aynılaştırılmak için”di. Görüntünüzden memnun değilseniz piercingli yüz, silikonlu göğüs, çekik göz seçebilir, dövme yaptırabilirdiniz. Sorun boyunuz ya da kilonuzsa dert değil! Boyunuzu uzatabilir ya da 0 beden olabilirdiniz. Kendinizi iyi hissetmiyorsanız, seanslardan seans beğenebilir,
anti-depresanlara hücum edebilirdiniz.
Sakat kavramının çağrıştırdığı yaşamla ölüm arasında salınma
halinden hareketle, insanların yaşamak için kapitalist süreçlere dahil olmak
zorunda olduğu ve kapitalizmin bu zorunluluk üzerinden kendini yeniden ürettiği
bu koşullarda, artık sakat olan kapitalist süreçlere katılamayan tüm
insanlardı. Dahası, bir aralar kapitalistlerin öğütlediği gibi “hepimizin aynı
gemide olduğunu” düşünürsek; nükleer çılgınlık, küresel ısınma gibi doğayı ve
insanlığı ölüme yakın tutan gelişmelerle, doğa ve insan da sakatlanmış sayılabilirdi.
Kapitalizmi var kılan ve sakat ya da sağlam tüm insanları sakatlayan bu sakat
mantığı, körler bile görebilirdi!...
21 Mart 2008
Değinilen Kaynaklar
Beyond Ramps: Disability
at the End of the Social Contract, Marta Russell, 1998, Common Courage
Press, 236 S.
Disability Studies:
Past, Present and Future, Len Barton And Mike Oliver, 1997, The Disability
Press, leeds.ac.uk
The Significance of Work
for the Citizenship of Disabled People, PAUL ABBERLEY, Paper presented at
University College Dublin.
Capitalism,
Disability and Ideology: A Materialist Critique of the Normalization Principle,
Professor Michael J. Oliver, University
of Greenwich, London, England.
Karl Marx, Kapital,
Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili, Birinci Cilt, (Lawrence
ande Wishart, London, 1971, Çev. Alaattin Bilgi, Sol
Yayınları, 1986.
F. Engels,
İngiltere'de Emekçi Sınıfın Durumu, Çev. Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları,
1997.
Bedenin Farklı
Halleri, Yaşar Çabuklu, Kanat Kitap, 2006, 185 S.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder