SAKATLIK OLGUSUNDA HAYIRSEVERLİK: TARİH; SİL BAŞTAN MI?
Mağdule Demircioğlu
GİRİŞ
Alana dışarıdan bakan bir gözlemci, var olan ilişki ve çelişkiler
üzerinden orada neler olup bittiğine dair belli bir düşünceye sahip
olabilirken, alanın aktörleri açısından durum oldukça karmaşık ve farklıdır.
Kendisini çoğunlukla sakatlık alanının bir parçası olarak gören sakat birey -ki
bazı durumlarda bunu kabul bile edememektedir- kendi dışındaki alan ile
ilişkilerini doğru tarzda algılayamamaktadır. Alanın içinde bir yerde duruyor
olmasına rağmen, kendisini kurguladığı dünyanın merkezine koyan öznelliği
içinde, dış dünya ile ve onun gerçekleriyle yüzleşmekten kaçınmaktadır.
Yanıtlarını, oluşturduğu durumun içselleştirmesi üzerinden vermekte; öngörü,
talep ve beklentilerini, bu kurguladığı dünyanın yanılgıları ve yanılsamaları
ekseninde oluşturmaktadır. Bu öznel duruşlarla özdeşleştiği bir düzlemde elde
edilen verilerin de gerçeği yansıtmayacağı açıktır. Bu sapmanın sadece
sakatlara ilişkin bir durum olduğunu düşünmek de yanlıştır. Sorunun diğer
aktörleri de benzer yanılgılara sahiptir. Sakatlık sorunuyla ilgili gibi
görünen resmi kurumlar, sendikalar, sivil toplum örgütleri vb. de sakatlık
alanını tanımamakta, konuyla ilgili yeterli bilgiye sahip olmamakta, geleneksel
ön yargıların yarattığı ortamda, sahip olduklarını düşündükleri bilgi
düzeyleriyle yargılarda bulunmakta, ortalama fikirler temelinde kesin görüşler
ifade etmektedirler.
Bu çalışma, alanın dışında durmaya çalışan bir gözlemcinin -bu her
zaman mümkün olmasa da- zaman fonksiyonunu esas alarak, tarihsel dönemler
boyunca, kendi yükseliş ve düşüşleri içinde, birbirinin içinden çıkan, hem
kendisini hem de karşıtını üreten bir gerçekliğin, sakatlık olgusunun
“hayırseverlik” izleği üzerinden kavranmasını bir deneme çabasıdır. Kapitalizmin
kendini yeniden üretme mekanizmasının merkezinde yer alan “herkesin bütün
nimetlerden faydalanacağı” savında sözü geçen nimetlerden sakatların payına
sadece “hayırseverlik” başka bir deyişle sadaka düşmektedir. Buradan hareketle,
tarih boyunca var olan üretim tarzlarının, kutsal metinlerdeki düşünce
kalıplarıyla nasıl örtüştüğünü açıklamaya çalışacağız.
Economist’in kapaklarından birinde yer alan “19. yüzyıl kapitalizmin, 20.
yüzyıl sosyalizmin yüzyılıydı. 21. yüzyıl ise hayırseverlik yüzyılı olacak”[1] (Buğra, 2008: 81) varsayımı; küresel
kapitalizmin merkezi “ideoloji” üretim organlarından biri olarak kabul edilen
bu derginin, 19. yüzyılın serbest rekabete dayanan ve bu koşullarda gelişen
kapitalizmi için doğru kabul edilse bile, 20. yüzyılın “sosyalizmin yüzyılı”
olduğu söyleminin en azından sosyalizm pratikleri karşısında sorunlu olarak
görülmesi gerekiyor. İçinde bulunduğumuz yüzyılın “hayırseverlik yüzyılı”
olacağına dair öngörüyü haklı çıkaracak yeterli verilerin ise daha şimdiden ikna
edici ölçüde biriktiği de anlaşılıyor. Zira günümüzü değerlendirmeye yönelik bu
söylem bize neoliberal ekonomik uygulamaların emek piyasasının yapısal olarak
nasıl dönüşeceğine dair ipuçlarını ve özellikle dezavantajlı gruplar için ne
menem sosyal sorumluluk projelerinin işlerlik kazanmasının amaçlandığının da
işaretlerini veriyor.
Sakat bireyin ve bir kavram olarak
sakatlığın sosyal bir gerçeklik olarak ortaya çıkışı ile birlikte kapitalizmin
bu olguyu kavramakta yetersiz kaldığı kabulü, bu temelde oluşan sosyal
politikaların da her zaman sakatı güvencesiz bir toplumsal ortamda yaşamaya
zorlayacağını göstermektedir. Ayrıca, sakat sadece emek piyasası içinde
güvencesiz koşullarda yaşamaz, toplumsal ilişkiler bağlamında da güvencede
değildir. Tüm ilişkilerde sakat, doğduğu ya da olduğu andan itibaren, kaygan ve
kırılgan bir yaşamın içinde yer almakta; bu okul, aile, üretim süreçleri vb.de
de kendini göstermektedir. İşte tam da bu noktada “hayırseverlik ideolojisi”
sistem açısından bir ihtiyaca dönüşmektedir. Bu gerçeğin bilgisine sahip
olanlar, giderek daha da geliştirilecek olan bu ideolojik yaklaşıma destek
olmak üzere kullanılacak terminolojiye ise uzun zamandır zaten sahip
bulunuyorlar. Yine 20. Yüzyılın sosyalizan sosyal refah devleti uygulamaları
ile sosyal ahlakçı küçük burjuva nezaketi onlara bu imkânı sunuyor.
Sakatlığın Kavramsallaştırılması
Bilim insanları arasında çokça tartışılan bu terimler
(engelli-özürlü), toplumsal ilişkilerde ve ön yargıların oluşturduğu tutum ve
davranışlarda, duruma göre alternatif anlamlar yüklendiği için, gerçeği
karşılamamaktadır. Dilimizde, herkesin bildiği ve anlayabildiği “sakat” terimi,
gerçeği tamı tamına karşılayan, eksik, bir yeri çalışmayan vb. anlamlara gelen
bir terimdir. Zaten kuramsal sakatlık tanımları noksanlık üzerinedir ve tüm
tanımlar sosyal Darvinizme gönderme yapmaktadır.
Sakat
sözcüğünü kullanmaktan kaçınmanın örtülü bir başka nedeni ise sakatların
toplumumuzda neredeyse insan onuru ile çelişen bir sosyal konumda
bulunmalarıdır. Ancak sakatları inciteceği kaygısıyla sakat sözcüğü yerine yeni
sözcüklerin kullanılmış olmasıyla, sakatların toplumsal rol ve statülerine
yüklenilmiş olan olumsuzluklar giderilemez. Çünkü ne kadar kırıcı olmayacağını
düşündüğümüz sözcükleri seçerek kullansak da toplumsal yaşam içinde sakatlar
yeteri ve gereğince yer alamıyorlarsa, zaman içinde kullandığımız bu
sözcüklerin anlamlarına da olumsuzluklar yüklenecektir (Altan, 1999: 32).
“Sakat” kavramını karşılamak üzere sonradan dilimize kazandırılan
“özürlü” ve “engelli” terimleri sakatın toplumda kabul gören anlamına
ulaşmamızı da engellemektedir. Sözcükler arasında anlam ilişkisinin bulunmaması
farklı çağrışımların gündeme gelmesine yol açmakta; sakat, noksanlık olarak
anlamlandırılırken “özür(lü)” ise ilk anlamı olan “affetme” ifadesiyle
açıklanmaktadır. Anlam kayması sonucu “özürlülük”, herhangi bir olayın mazur
görülmesini de kapsadığından, bu noksanlığın ima ettiği kabahatin affedilmesi
talebini de içerir. Kimin af talebinde bulunduğu ve bu talebi kimin
karşılayacağı belli değildir. “Engel”in birincil anlamı “musallat olmak” olarak
verilip, “engelli”nin başa bela olan, “özürlü”nün ise affa ihtiyacı bulunan
kimse olarak açıklanması ile “sakat” sözcüğünün çağrıştırdığı anlamlardan sakat
kişi kurtulmuş olmamaktadır. Bu durum daha büyük kavram kargaşalarına yol
açmaktadır. Aslında, “özürlü” ve “engelli” terimleri sakatlığın anlamını
yumuşatmak için kullanılan ifadeler olduğundan (neye ya da kime bela ya da
neyin affedilmesi gerektiği soruları, zaten bu sorulara karşılık bulmak için de
sorulmadığından) her iki terim de gerçek anlamlarının uzağında literatürde
kullanılmaktadır.
Tarihsel ve toplumsal tecrübenin derinliklerinden çıkıp gelen ve
olgu ne ise onu ifade eden bir terminoloji yerine, ideolojinin icrası anlamında
kasten yanılsamalara yol açan, gerçeği olduğu yerde değil de ihtiyaca göre
olması gereken yerde gösteren bu yaklaşım Lewis Caroll’un şu sözlerinden el
almışa benziyor: “Ben bir sözcük kullandığımda ... sözcüğün anlamı ben ne istersem o
olur, ne fazlası ne azı.” (2002:
68).
Caroll’un yukarda alıntılanan
ifadesinin açık vurgusu, sözcüklerin toplumsal ilişkilerdeki gerçekliğinden
kopartılmasıdır. Toplumsal gerçeklik anlamında karşılıklarını bulamayan
sözcüklerin, evrende başıboş dolaşırken, yaşamın en önemli gerçeklerinden biri
olan sakatlık olgusunun ikame sözcüklerle eğretilenmesi, gerçeğin
algılanmasında güçlükler yaratmaktadır.
Kapitalizmin tarihi içinde sakata yönelen ve soy ayrımcılığından
sosyal ötekileştirmeye kadar geniş bir çerçeve içersinde yer alan tutumların
bilimsel kılıflar altında yasallaştırıldığını ve bu yolla toplumsal bir
meşruiyete kavuşturulmaya çalışıldığını da unutmamak gerekir. Bu yaklaşımların en önemlilerinden biri de
“öjenizm” çalışmalarıdır. Öjenizm çalışmalarının ortaya çıktığı 20. yüzyılın başlarında
hayırseverlik yaklaşımı, toplumun hayrına olanın sakata karşı soy ıslahı olarak
algılanmakta olması idi. O dönemde sağlık ve hastalık üzerine sosyolojik söylem
genel olarak bir sakatlık tanımı içermiyordu. ‘Körlük’, ‘zekâ geriliği’ ya da
‘parapleji’[2] gibi sakatlık koşulları muhakkak sakatlıklara sebep olmayacak
öteki koşullarla bir araya getirilirdi. Sakatlığa sebep olan bu koşullara
çoğunlukla fiziksel görünüşü ya da işlevsel yetersizlikleri çok basite
indirgeyen bir yaklaşımla açıklayan kaba terimlerle işaret ediliyordu. ‘Topal’, ‘mongol’, ‘cüce’, ‘tahta bacaklı’ ve
‘çarpık’ akademik dilde bir bakıma sıradan şeylerdi” (Donoghue, 2003:
200).
Ayrıca sistemin biyopolitik olarak
ötekileştirme politikalarını beden üzerine nüfus edilmesini sağlayan aygıtlar
olarak düşünürsek, kusursuz bir biçimde yaygınlaştırılarak uygulanan öjenizmin
toplumda kabulü için arka planda sakatlar üzerindeki sosyal denetimin de
yoğunlaşarak ortaya çıkması gerekir. Burada ironik olan durum ise, “engelli”
terimiyle adlandırılan sakatların sözcüğün gerçek anlamıyla sosyal denetim
uygulamaları altında engellenerek, ülke içinde ve dışında hareket edemez bir
duruma getirilmiş olmaları gerçeğidir. Bu sosyal denetim politikalarının
kurumsallaştırılması ile tıp disiplini bir hastanın (sakatın) bütün yaşamını
her açıdan kontrol etme olanağına sahip olmuştur. Bu nedenle medikal
profesyoneller bütün yurttaşların davranışlarını yargılamak ve düzenlemek
konusunda neredeyse sınırsız bir güçle hareket etmiş ve soy geliştirme alanında
çalışma yapanlar ise bu güce dayanarak “medikal zayıflıkla” ilgili
çalışmalarını sürdürme fırsatına kavuşmuşlardır. Bu sosyal denetim, tıp
disiplini aracılığıyla yapılmış olup literatürdeki sakatlık tanımı, medikal
tanımın içeriği doğrultusunda işlevsellik kazanmıştır.
“Medikal tanım”, 1800’lü yılların ortalarında tıp ve
rehabilitasyon alanlarındaki gelişmelerle birlikte ortaya çıkmıştır. Bu tanıma
göre sakatlığı yaşamın tüm alanlarında etkisi olan patolojik bir vaka ön
kabulüyle ele almak gerekmektedir.
Sakatlığa ait bu tıbbi yaklaşım, sakatlığı sürekliliği olan biyolojik
bir hastalık olarak görür ve her zaman iyileşebilen ve normal olan kimselerle
sakatı kıyasladığında onu daha az yetisi olan kimse olarak tanımlar. Bu
bağlamda sakatlar, yalnızca tanısı konulmuş hastalıklarıyla değil normal
yaşamlarındaki fonksiyonlarına engel oluşturan koşulların derecesiyle de ifade
edilir.
Medikal tanım aracılığıyla, güçlü sosyal kontrol mekanizmaları ile
sadece sakatın değil aynı zamanda bütün toplumun çıkarlarına da böylece hizmet
edilmiş olduğu varsayılır. Buna göre tarihsel süreçlere baktığımızda sistem
dışı gruplar, özellikle sakatlar, bir suçlu gibi görülüp kapalı ve özel
mekânlara hapsedilmiştir. Başka bir
deyişle, kapitalist üretim biçiminde tarihsel olarak disiplin ve kontrol
mekanizmaları daima birlikte var olmuşlardır.
İşte bu nedenle farklılıkları ayrıştıran “ötekileştirme” ve
farklılıkları belirsizleştiren “dâhil etme” politikalarının aralarında net bir
ayrım yapmak güçtür. Bu politikalar tarihsel süreç içinde eklemlenerek amaç
birliğine ulaşmış, ancak yine de farklı biçimler altında görünürlük kazanmış
olsalar bile nitelemeyi, tasnif etmeyi, cezalandırmayı gerektiren olguları
içinde barındırır.
Disiplini ve korumayı sağlayan kurumların meşruluğunu savunan
sosyal politikalar ise, korunmaya muhtaç gruplar olarak adlandırdığı bireyleri
(çocuklar, sakatlar, yaşlılar vs.) kontrol-disiplin, rehabilitasyon
yöntemlerine başvurarak tedavi merkezli bir yaklaşımla denetim altına almayı
öngörmektedir. Sözü edilen toplum kesimlerini bu tarzda denetime alma
yaklaşımının iktisadi, sosyal, hukuksal vb. alanlarda tartışılması bir yana,
konunun ahlaki boyutunun da göz önüne alınması gerekir. Bu durumu sakatlıkla
ilişkilendirdiğimizde, dâhil etme ve normalleştirme birbirini tamamlayan
kavramsallaştırmalar olduğu ve bunun aynı zamanda uygulamaların hedefi haline
getirilmiş olan kesimlerin “ötekileştirilmesi” tehlikesini içerdiğini de görmek
gerekir.
20. yüzyılda oluşturulan sosyal politikalar, disiplin ve kontrol
mekanizmaları aracılığıyla sosyal Darvinizm’i güncelleştirerek sakat bireylerin
hayatta kalma ihtiyacını hayırseverlik üzerine oturtmasına neden olmuştur. Buna karşı çıkan sakat hareketleri ise, hak
arayışlarıyla sakatlık olgusunu yeniden tanımlama gayreti içine girmişlerdir.
Sakat hareketinin en büyük tartışma alanı “medikal-tıbbi” ve “sosyal tanım”ın
işaret ettiği sakatlık olgusudur ve diyebiliriz ki, sakat hareketleri mücadele
alanlarını sakat insanın “bedeni” üzerinde yaratmıştır. “Sosyal tanım” ile
“medikal tanım” arasındaki en önemli ayrım; impairment (sakatlık) ile
disability (engellilik) kavramlarına yükledikleri farklı anlamlardır. “Sosyal
tanım” kuramcılarına göre sakatlık (impairment) kişinin biyolojik ve kişiye
özgü bir yanına işaret ederken, “engellilik” (disability) ise sosyal bir yaratı
olarak tarif edilmektedir. Bu ayrım üzerinden “sosyal tanım” kuramcıları,
sakatlık tanımı yaparak modellerini geliştirip temellendirmiş ve buna uygun
olarak da politik mücadele alanlarını oluşturmuşlardır. “Sosyal tanım” sakatlık
çalışmaları yapan araştırmacıların; ayrımcılık, kapitalizm ve sakatlık
arasındaki ilişki ve topluma dâhil olma gibi konulara yoğunlaşmalarına yol
açmıştır. Birçok sakatlık kuramcısı özellikle Tom Shakespeare sakatlanma ile
“engellilik” arasında bir ilişkinin varlığından yola çıkarak sakatlanmanın
bazen sosyal düzenlemelerce gerçekleştiğini ifade ederek; “daha yakından
bakıldığında, biyolojik/bireysel sakatlanma ve sosyal yapısal engellilik
arasındaki ayrım kavramsal ve ampirik açıdan gerçekleştirilmesi oldukça zor bir
ayrımdır” demektedir (2006: 33).
Yine aynı biçimde, bütün dönemler boyunca sakatlar için kullanılan
kavramlar bazı değişim ve dönüşümlere uğramış olsalar bile esas itibariyle aynı
türden kapsam, içerik ve algılamalara sahip oldukları görülmektedir.
“Kapitalizm sömürdüğü insanların toplumsal kimlikleriyle ilgilenmez. Aslında
kapitalizm olumlu bir şekilde insanları işgücü pazarına katma ve türlü
kimlikten soyutlanmış, birbirinin yerine kullanılabilir emek birimleri haline
getirme çabası içinde bu tür cinsel ya da ırkçı eşitsizlikleri azaltma
eğilimindedir” (Wood, 2008: 307). Ellen Meiksins Wood’un bu düşüncesi
doğrultusunda, kadını ve çocuğu iş gücüne katan işveren, emek piyasasının
ihtiyaçları doğrultusunda sakatı ise iş gücüne çok az katma gereksinimi
duyar; iş gücü piyasasındaki düşük
düzeyli işler, yüksek oranlı işsizlik, kötü çalışma koşulları ve işte ilerleme
fırsatlarından yoksunluk, kentin kendileri için uygun olmayan mekânlarında
(erişebilirlik) yaşama, yetersiz eğitim almaları gibi sakatların yaşamlarında
var olan ayrımcı politikalar ırkçı bir yapılanmanın varlığını göstermektedir.
Sakatı ırk ayrımına uğrayan kişiyle özdeş görmek, onun sömürülen konumuna
işaret ettiği gibi, aynı zamanda da, onu politik ve ideolojik olarak toplumdaki
çözümlenememiş olumsuzlukların kaynağı olarak da göstermek anlamına gelir.
“Piyasa yalnızca iktisadi değil aynı zamanda ahlaki bir kuvvetti; aylak ve
yetersiz olanları cezalandıran, girişken ve çalışkan olanları ödüllendiren bir
kuvvet” (Clarke, 2008: 93).
Bütün tarihsel dönemlerde yapılan iyileştirmeler ve düzenlemeler,
sakatların, dini alanın kişi ve
kurumlarının (kilise, cami, papaz ve imam) egemenliğine terk edilmeleri
gerçeğini değiştirmeye yetmemiştir. Toplumun en alt yoksul kesimlerini
oluşturan sakatlar, günümüzde bile, dilencilik mesleğinin doğal mensupları
olarak görülmektedir.
Tarihsel Dönemlerden Kapitalizme Toplu Bir Bakış
Sakatlık olgusu tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarında işlenmiş
suçların kefareti olarak algılandığından, sakat da ‘lanetlenmiş birey’ olarak
tanımlanmaktadır. Kutsal kitapların, sözü geçen bu yaklaşımı birbirlerinden
devralarak etkiledikleri bütün toplumlarda, bu önyargıyı genel geçer bir değer
yargısı konumuna yükselttikleri görülmektedir. Bunun doğal sonucu olarak da
toplumsal ilişkilerde sakatlığın korku nesnesi olarak kabulüyle birlikte
saklanıp koruma altına alınması anlayışını getirmiştir.
15. yüzyıla kadar olan dönemde sakatlara yardım edilmesi dinsel
bir görev olarak kabullenilip, bu alan, işlenen günahlardan dolayı ölümden
sonra Tanrının insanlara vereceği cezalardan kurtulmanın yolu olarak istismara
açılmış ve hayırseverlik işlerinden lonca[3] gibi ekonomik amaçlı kurumların yanı sıra aile ve akrabalık ilişkileri,
mahalle–köy–cemaat dayanışmaları ve kiliseler gibi dini içeriğe sahip
kurumlar sorumlu tutulmuştur. Bu ise, özellikle sadaka adı altında yapılan
bağışların sakatlara verilmesini, dilenciliğin kurumsallaşmasını sağlamıştır ve
böylece sakatlar “doğal dilenciler” olarak toplumsal yaşamda kendileri için
açılan yere konumlanmışlardır. Tarihsel dönemlerde hem batıda hem de doğuda
dilencilikle ilgili çıkarılan fermanlarda sağlam kimselerin dilenmesini
yasaklayan hükümler yer almış ise de, bu metinlerde sakatlarla ilgili hükümler
bulunmamaktadır. Bunun nedeni ise, Avrupa’da olduğu gibi Osmanlı’da da
sakatların dilenmesinin son derece doğal karşılanması ve “çalışamaz” kabul
edilmeleridir. Sakatların “yardım alan ve bağış yapan” arasındaki itaat
ilişkisini biçimlendiren “hayırseverlik” işlevine sahip kurumların moral değerleri
aynı içeriğe sahip sosyal politikaları daha da derinleştirerek uygulayan ulus
devletlerin ortaya çıkışıyla toplumsal bir yaygınlık kazanmıştır.
Batı Avrupa’da 15. ve 16. yüzyıllarda ortaya çıkmaya başlayan
sakatlarla ilgili kurum, kural ve gelenekler, Osmanlı’da kapitalizme
eklemlenmenin karmaşası içerisinde, ancak 19. yüzyılın ortalarından başlayarak
toplumsal ve hukuksal yaşamda yer almaya başlamıştır. Toplumsal yardımlaşma
geleneği Osmanlı’da mülk sayılan bir malı elden çıkararak ondan sağlanacak yararları
sonsuza kadar belli bir amaç için kullanılması şartıyla oluşturulmuş vakıflar
aracılığıyla sürdürülmüştür.[4] Günümüzdeki hayırseverlik mekanizmasının parçaları olan STK’ların
şekillenmesinde Osmanlıdaki vakıfların, özel kaynaklarla kamu kaynaklarının,
devlet desteğiyle bireysel hayırseverliğin birbirine kaynaşmasına dayanan
işleyiş biçimlerinin belkemiğini oluşturmaktadır.
Merkantilizm ve sanayileşmenin başlangıç sürecinde feodal döneme
ait kurumların etkinliğinin azalması nedeniyle, sakatlar kiliselerden devlet
kurumlarına doğru bir geçiş sürecinde bakım altına alınmışlardır. Sakatların parasal ve ayni yardımlarla
korunması yerine tedavisi, işe alıştırılması, çalıştırılması yoluyla korunması
düşüncesinin ilk filizlendiği yüzyıl yine 16. yüzyıldır. Öte yandan gelişen
sanayileşmeyle birlikte 1551 yılından itibaren İngiltere’de sakatların “iş
evleri” adı verilen yerlerde çalışmalarını öngören yasalar çıkarılarak bu
dönemin özelliklerine uygun olan toprağın çitlenmesiyle birlikte köylerden
kentlere yığınlar halinde gelen köylüler arasında bulunan sakatlarla ilgili
sorunların çözümü için de sosyal politikalar geliştirilmiş olup çalışamayan
sakatların düşkünler evinde barınmaları zorunlu hale getirilmiş ve “sakat”ın
görünmez kılınarak bir yere kapatılması uygulamalarının yaygınlaşması
sağlanmıştır. 1601 tarihli “Fakir ve Düşkünler Yasası” ise, yalnız İngiltere’de
değil Avrupa’da da sakatların devletçe tedavi altına alınması ve korunması
konusuna yeni yaklaşımlar getirmiştir. Bu yasa, fakirleri, çalışabilir-çalışamaz,
yoksullar ve korunmaya muhtaç çocuklar olarak üç bölüme ayırır ve sakatlar
“çalışamaz fakirler” olarak tanımlanır.
Dünyanın her yerinde 18. yüzyıla kadar kapitalizmin gelişmesine
bağlı olarak ortaya çıkan sefaleti ve yoksulluk-sakatlık arasındaki ilişkiyi
yasalar boyutuyla ortadan kaldırmaya çalışan sosyal politikaların
geçersizliğini Karl Polanyi (2007:
156) şu sözleriyle özetlemektedir:
Yoksullar
evinde zorla çalıştırılma sınaması yeniden uygulanmaya konuldu, ama yeni bir
anlamda. Artık, kendi rızasıyla,
bilinçli olarak dehşet verici bir duruma getirilmiş bir barınağa sığınmayı
seçecek kadar muhtaç olup olmadığına karar verme hakkı başvuruyu yapana
bırakılmıştı. Buraya düşmek damgalanmaktı, orada yaşam psikolojik ve moral bir
işkenceydi.
Çalışmaya kutsallık atfedilen 18. yüzyılda, yeni sınıfların ortaya
çıkması ve toplumsal ilişkilerde özellikle ücretli emeğin daha da önem
kazanmasıyla birlikte, piyasa koşullarında zaten mevcut olan eşitsizliği daha
da derinleştirmiş böylece yeni bir toplumsal yapının ortaya çıkması ve
farklılıkların türdeş hale gelmesi yani, siyaseten ulusal devletlerin tarih
sahnesinde belirmesi kapitalist gelişme sürecinde yeni bir döneme girildiğinin
habercisi olmuştur. Bu dönem, kapitalizmin serbest rekabet koşullarında alabildiğine
geliştiği üretici güçleri harekete geçirerek pazar için yapılan üretimi sistem
çapında etkin hale getirip toplumsal ilişkilerin de yeniden örgütlenmesinin
yolunu açmıştır. Bütün bir 19. yüzyıl boyunca zaman zaman üretim anarşisinden
kaynaklanan tıkanmalara yol açsa da üretim güçlerini kitlesel üretime yönelten
bir özelliğe de sahip olmuştur.
Kitlesel üretimi geliştirmeye çalışan insan merkezli 20. yüzyıl
döneminde teknolojideki gelişmeler yine kaçınılmaz olarak önce üretim güçlerini
değiştirmiş ve bu değişikliğe bağlı olarak üretim ilişkilerini dönüştürmüştür.
I. Dünya Savaşı sonrasında, sermayenin organik bileşimini en yüksek noktaya
çıkarmak amacıyla öngörülen ve uygulamaya geçilen yöntem Fordizm ve
Taylorizmdir. Sermaye birikim süreci içinde kapitalizmin kendini yeniden
üretebilmesinin bütün bileşenlerinin bir ortak bileşkesi olarak Taylorist
üretimde işin örgütlenmesi, teknik tutarlılık ilkeleri temelinde ve politik
gücü temsil eden devletin müdahalesi sayesinde mümkün olabilmiştir. Karşıt
sınıf çıkarlarının dengesi üzerinde kendisine yer bulan bu yöntem, aynı zamanda
da bir kitlesel ekonomik demokrasi anlayışında vücut bulmaktadır.
Bu nedenle de sistemin kendini yeniden üretebilmesi için talep
arttırıcı politikalara ihtiyaç duymasıyla toplumun dezavantajlı kesimlerinin de
üretim sürecine katılabilmesinin yollarını araştırmak ve bunu sağlamak, her
alanda tanımlanmaya çalışılan üretim sürecini işleyebilmesi için gerekli olan
yöntemlerin uygulanmasını gündeme getirmiştir. Bu dönemin özeliklerini kendi kitlesel
üretim anlayışında örnekleyen Henry Ford’un temsil ettiği ekonomik demokrasi
yaklaşımı aynı zamanda arz ettiği önem itibariyle özel olarak ele almayı
gerektirmektedir. Alıntılardan da anlaşılacağı üzere talep eksikliği nedeniyle
tam istihdamı hedefleyen Ford’un sakatları da üretim sürecine dâhil etmek için
gösterdiği karakteristik çabaların önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Ford, My Life and Work adlı
otobiyografisinde sakatlarla ilgili bilgilere yer vermiş; sakatların hangi
ortamlarda ve hangi iş kollarında daha verimli olacağına dair bilimsel
yöntemlerle yaptığı iş analizlerini açıklamıştır. Taylorizm’in ilkelerinden
yola çıkarak işin işleyiş yöntemlerini tariflere bağlamış, işin ne şekilde ve
hangi hızda yapılacağını göstererek sistemini kurmuştur. Kitlesel üretim üstüne
yapmış olduğu analizde “standart dışı işçi” tanımını ortaya koyarken, sistemin
sakat işçileri çalıştırmadığını ama kendisinin sakat işçileri de çalıştırdığını
söylemiş; “…Geriye kalan 3595 iş ise zayıf güçsüz adamlar tarafından
yapılabilecek işlerdi ve aslında bunların çoğu kadınlar ve büyükçe çocuklar
tarafından verimli bir şekilde yapılabilirdi” (2005: 56) derken günümüzdeki anlamda iyi bir işletme olmanın gereğini sosyal sorumluluk anlayışında arayıp ürünlerine ve işletme imajına daha fazla değer katmak için başvurduğu bu uygulamayla yeni bir yönetim ve pazarlama stratejisi
oluşturmuştur. Sistemin işlerliği için Ford, hayırseverlik amaçları ile işletme strateji ve uygulamalarını birleştirerek zamanla daha da geliştirilecek olan günümüzdeki filantropi[5] -hayırseverlik anlayışının öncülerinden biri olmuştur. “İşin bu
biçimde örgütlenmesi yaklaşımını, yalnızca bir kitle üretimi sistemi olarak
değil daha çok bütünsel bir yaşam tarzı gibi ele almak daha doğrudur” (Harvey,
2006: 158).
Ford (2005: 55), kapitalist üretim tarzının toplumun genel
çıkarlarını koruması gerektiğini şu sözleriyle savunur:
Daha
önceki bölümde belirttiğim gibi, iş başvurusu yapan hiç kimse fiziksel durumu
yüzünden geri çevrilmemiştir. Bu anlayış 12 ocak 1914 de uygulanmaya
başlandığında (...) bu durum daha da ileri götürülerek kimsenin fiziksel durumu
yüzünden işten atılmaması kuralını getirdi ve bu kural bulaşıcı hastalıklar
dışında her koşulda geçerlidir. Benim görüşüme göre eğer bir kurum görevini tam
anlamıyla (layıkıyla) yerine getirecekse, gündelik sosyal yaşamdaki kesiti aynı
oranda bünyesinde barındırmalıdır (...) Toplumda çok yaygın bir kanı olarak, iş
göremez durumda olanların toplum için bir yük oluşturduğu ve sadaka-yardımla
desteklenmeleri gerektiği yargısı vardır. Benim de bu fikre katıldığım durumlar
olmuştur ama bunlar gerçekten çok nadirdir, örneğin geri zekalılarda bunu kabul
edebiliriz (...) Körler ve diğer sakatlar görevlendirildikleri özel konumlarda
çalışmaya elverişli bir kişi kadar iş yapıp onun kadar ücret kazanabilirler.
Biz sakatlarla çalışmayı tercih etmeyiz ama yine de onların da tam ücret
alabileceklerini herkese gösterdik.
Yine kapitalist sistemin
sakatlarla ilgili sosyal politikalarını Ford’un söyleminden yola çıkarak
çözümlemeye çalıştığımızda; toplumun kapitalist örgütlenmesinin ve bu amaca
uygun kontrolünün temel niteliği, meta üretiminin yaygın hale getirilmesi ve
sermayenin toplumun geri kalanının yaşamını bu amaca uygun olarak denetime
almasıdır.
Ford, piyasa koşullarının etik
bir içeriğe sahip olamayacağını ve piyasanın ancak işleyiş koşullarının
rasyonel yaklaşımlar sonucunda çalışacağını belirtir. Ford’un sakatları
çalıştırmasını, işletme imajının toplum tarafından oluşabilecek olumsuz
algılamaları ortadan kaldırmaya yönelik olduğunu ve “ortak iyi”ye ulaşmada bir
araç olduğunu söyleyebiliriz: “Bu dünyada sadaka vermenin çok nadir bir fırsat
olduğuna inanırım ve bu da bağış yapmaktır.
Büyük çoğunlukla iş ve hayırseverlik birbirine bağdaştırılamaz”.
Sadece
sakat olduğu için birisini işe almak dolayısıyla ona daha az ücret ödemek ve
düşük verime razı olmak, yapmaya çalıştığımız işin ruhuna aykırı olurdu. Bu
sistemin bu insanlara direk yardımı olurdu ama kuşkusuz en iyi yardım şekli
olmazdı. En iyi yardım şekli sakatları çalışmaya elverişli elemanlarla
eşitlikçi bir üretime katmaktır. Bu
dünyada sadaka vermenin çok nadir bir fırsat olduğuna inanırım ve bu da bağış
yapmaktır. Büyük çoğunlukla iş ve hayırseverlik
birbirine bağdaştırılamaz; fabrikanın görevi üretim yapmaktır ve fabrika azami
üretimi yapamıyorsa topluma doğru hizmet edemiyor demektir.......Geriye kalan
3595 iş ise zayıf güçsüz adamlar tarafından yapılabilecek işlerdi ve aslında
bunların çoğu kadınlar ve büyükçe çocuklar tarafından verimli bir şekilde
yapılabilirdi. Bu hafif işler kendi içinde kaç tanesinin tam maharet
gerektirdiğini keşfedebilmek için tekrar sınıflandırıldı (...) Bununla beraber
emin olduğum başka bir şey de, eğer bütün iş alanlarını verimli olarak
paylaştırabilseydik, fiziksel yetersizliği olanlar iş bulmakta ve normal
birinin aldığı ücreti almakta olacaklardı (2005: 56).
Ford, işgücüne katılan
sakatların, “başarılı” kabul edildiklerinde bu kabulün hem bir kıyaslama alanı
hem de farklılaşma mekânı olarak görülebileceğini ayrıca gelecekte izlenecek kuralların
da nasıl olacağına ilişkin düşüncelerini şu şekilde ifade etmiştir:
Örneğin,
bir kör, vida ve somunları sayarak diğer birimlere göndermek üzere depo
bölümünde görevlendiriliyor. Halihazırda bu bölümde çalışmaya elverişli iki
eleman da çalışmaktadır. 2 gün sonra bölüm şefi transfer bölümüne bir yazı
yazarak, burada çalışan iki çalışmaya elverişli işçinin alınmasını çünkü körün
sadece kendi işini değil diğer ikisinin de işini yaptığını belirtiyor (...) Yatalak
ama oturabilen hastalarla yaptığımız çalışmalarda, yataklarına muşambalar koyup
önlükler örterek, küçük civatalara somun takma işini verdik. Bu iş için 15 ila
20 kişi gerekmekteydi. Hastanede yattıkları yerde bu işi yapanlar, en az
işyerinde yapanlar kadar düzgün yapabiliyor ve normal ücretlerini alıyorlardı.
Aslında bu kişilerin üretim kapasitesi işyerinde bu işi yapanlardan yüzde 20
kadar daha da yüksekti. Kimse istemiyorsa hiçbir işi yapmaz, ama hepsi çok
istekliydi ve kendilerini oyalayacak bir şeyler bulmuşlardı, bunun sonucunda
daha iyi yemek yiyorlar, uyuyorlar ve iyileşiyorlardı (2005: 56).
Ford, otobiyografisinde bir
“kör”ün aynı işyerinde çalışan bir “standart işçi”den daha verimli olup, aynı
anda iki işçinin işini yaptığını söyleyerek, bu verimliliğin diğer çalışanlar
için de bir denetim mekanizması olarak zorunlu olması gerektiğini, hatta “yatalak” ama oturabilen sakatların da
performanslarının “standart işçi”den yüzde 20 daha fazla olduğunu söyleyerek
Fordizm’in temel ilkelerini açıklamıştır. Emek piyasasında yer alanların
kapitalizme bir tehdit oluşturmamaları ve hatta başkalarının kontrol
edilmesinde de kullanılabilmeleri ayrıca karşılıklı olarak birbirlerini
denetlemeleri de sistemin ana hedeflerinden birisidir. Ford’a göre, emek
gücünün istihdama tam katılması gerekir, çünkü talep ancak bu şekilde
artacaktır ve ekonomide herkesin çalışması gerekliliği ahlaki bir sorumluluk ve
aynı zamanda sermayenin kârını maksimize
etmesinin yoludur.
Ford, Frederick
Winslow Taylor’un fabrika üretimine ait mekanik görüşüne sosyal
bir içerik kazandırarak, kapitalizmin mantığına uygun çıkarımlarda bulunur.
Çünkü kitlesel üretim için kitlesel tüketim gerekir ve o, büyük ölçekli
üretimin bütün aşamalarında “verimliliği” toplumsal ilişkilerin merkezinde
konumlandırarak işçileri verimli olup olmamalarına göre sınıflandırır.
Taylor’un, fabrikada kitlesel üretimi baştan sona yeniden örgütleyen
tekniklerini sosyalize ederek geliştiren Fordizm’in 1970’lere kadar bir üretim
anlayışı olarak gelişmesi ve sistem ölçeğinde toplumsal ve siyasal sonuçlar da
yaratarak, kendi meşruiyetinin ön kabulü için, 1929 Büyük Dünya Bunalımı’nın
yaşanması gerekecektir. Bunalımdan çıkış politikaları iktisadi yaşamı
geliştirirken, aynı zamanda da siyasal, toplumsal vb. olarak sistemin yeniden
yapılanmasına yol açacaktır. Zira refah devleti bağlamında, sosyal politikalar
uygulanması ve devletin sıfatları arasına “sosyal”in ilave edilmesi de kamu
iyiliğini gerçekleştirme amacı da olan bir devletin değil, dışlananlar da dâhil
bütün toplumu tamamıyla kontrol altına almakta kararlı bir egemenlik
anlayışının göstergesidir.
Liberal
düşünce ortamlarında devlet müdahalesine kuşkuyla bakıldığı için, kapitalizmin
devlet eliyle geliştirilmeye çalışıldığı farklı ortamlarda da kaynakların
ekonomik kalkınma ve istihdam yaratmaya ayrılması gereği önem
kazandığından yoksulluk sorununun hayırseverliğe havale edilmesi olağanlaşır
(Buğra, 2008: 11). Toplumda mutlak güvenilirlikten sapma olarak görünen dışlananlar
(sakatlar v.b.) söz konusu olduğunda, devlet sapmayı ortadan kaldıracağını
varsaydığı daha müdahaleci politikalar ve gözetim aracılığıyla “sosyal korumacı
yasalar”ı (!) uygulamaya koymaktadır. Sakatların işgücüne katılmaları için bir
istihdam tekniği olan kota uygulamaları, fırsat eşitliği ilkesine dayanan
pozitif ayrımcılığın yasal düzenlemelerdeki adı olmaktadır. Sosyal
politikaların fırsat eşitliği adı altında kendini gösteren en dikkat çeken
yanı, sakatları genellikle düşük ücretli, uzmanlık gerektirmeyen ve sakatın
kendi eğitimi ve yetenekleri doğrultusunda işgücüne katılmasını zorlaştıran
işlere girmeye mecbur bırakmasıdır. Yasal düzenlemeler, sakatın kapasite
yoksunluğunu gidermede ayrıcalıklı statü kazanmasına olanak sağlayarak onda
insan hakları bağlamında eşitlik hissi uyandıracak politikaların oluşmasına
imkân verir. Bu imkân pozitif ya da negatif ayrımcılığı gündeme getirir.
Sakatlık alanında pozitif
ayrımcılık kavramının sihirli bir etkisi vardır. Bu kavramın etkisi o kadar
yaygındır ki; talep etmeyen, savunmayan, istemeyen yok gibidir. Sakatların
pozitif ayrımcılık yoluyla iş gücüne katılımları bir çözüm getirmediği halde,
bu durumun zaman zaman çok özel olgular üzerinden bazı kişiler için bireysel
bir başarı öyküsüne dönüşmesi, kendisini sorgulatmayan sistemin, ihtiyaçtan
kaynaklanan sanal yanılsamalarıdır.
Gerçek şu ki; sakatların
sorunlarıyla ilgili çözüm arayışları, dışlanmışların sistemin içine alınması
çabaları vb. kısaca sakatların hayatlarına ilişkin bütün kavramsallaştırmalar
ve “sosyal teori”ler kapsamına giren adlandırmalarda, verili durumu olumlu
yönde değiştirebilecek çözüm unsurlarına rastlanamamaktadır.
Neoliberal Ekonomik Uygulamalar ve Hayırseverlik Faaliyetleri
Kapitalizmin 1970’li yıllardan
itibaren içine düştüğü ve bugün dahi ne zaman sona ereceği konusunda hiç
kimsenin bir öngörüde bulunamadığı derin bunalımı, krizden çıkışı sağlamak
anlamında yeni politikaların gündeme gelmesini zorunlu kılmıştır. Küreselleşme
olarak adlandırılan ve kapitalizmin ideologlarını 21. yüzyılın hayırseverlik
yüzyılı olacağına dair bir öngörüye götüren nedenleri ise; aşırı üretime dayalı
talep sıkışması, aşırı üretimin yol açtığı talep eksikliğinden dolayı Fordist
endüstriyel ilişkilerin beslediği kâr oranlarının düşmesi; aşırı üretim sonucu
yeni pazar arayışlarına girilmesi ve bu durumun uluslararası kapitalist
rekabetin yoğunlaşmasını tetiklemesi, finansal sistemin serbestleştirilmesi
sonucu sistemde karar verme mekanizmasında finansal sermayenin üretken
sermayenin önüne geçmesi ve bunun sonucu olarak finansal sermayenin, üretken
sermayeden kapitalizmin tarihinde görülmemiş ölçüde bir özerklik kazanmış
olmasıdır.
Esneklik, taşeronlaşma, yalın
üretim, sürekli iyileştirme, enformasyon, part-time çalışma v.b. kavramları,
neo-liberal politikaların tanımlanmasında, makro ve mikro düzeyde gerek üretim
sürecinde gerekse işin örgütlenmesinde en çok geliştirilen ve kullanılan
kavramlardır.
Keynesyen politikaların
uygulandığı dönemin kalkınma ve sosyal devlet anlayışı, özellikle sanayileşme,
yapısal değişim, işsizlik, gelir dağılımı gibi makroekonomik değişkenler,
küreselleşme döneminde yerini sosyal hakların daraltılması, özelleştirme,
sendikasızlaşma, sermayenin serbestçe dolaşımını sağlayan düzenlemelere
bırakmıştır. Bu uygulamalar, “sosyal harcamalar” adı altında yapılan yardımları
kısıtlayarak fonların özel sektöre aktarılmasını sağlamış, üretim sürecinin
asli unsuru olan işçilerin, sosyal haklarından arındırılmasına yönelik
politikaları yürürlüğe koymuştur.
Küreselleşme sürecinde
teknolojinin olağanüstü gelişmesine bağlı olarak üretim ve tüketim hızının muazzam boyutta artışı, üretim
sürecinin kazandığı esnekliğin yeni bir biçim alması, uzmanlaşma ile bireyin
kendisine yaptığı yatırımın sermaye olarak görülmesi ve artığın büyümesi gibi
bireyin de bu yolla kendi sosyal sermayesini iletişim ağları aracılığıyla
arttırması vb. nitelikli işgücünü temel bileşenlerden biri haline getirmiştir.
Bu durum sosyal eşitsizliği daha da arttırmıştır.
Neoliberal yaklaşımın yoksulluğu
belirleyen istihdam, servet, gelir dağılımı gibi konulardan ve (yoksullukla
mücadeleyle yakından ilişkili) sosyal politikalardan uzak durması düşüncesi;
“piyasa düzgün işlerse kimse yoksulluğa düşmez” inancı, açıkça sadakayı
yücelten bir yaklaşımdır. Devletin sosyal yardım alanındaki işlevine karşı
küresel uygulamalar yoksullukla mücadeleyi sosyal sorumluluk projeleriyle
bağdaştırarak ahlaki bir görünümle; gündemi belirleyen en önemli olguyu
“hayırseverlik” olarak belirlemiştir.
Küreselleşme sonuçları olarak
gözlemlenebilen makro eğilimler, yeni teknik olanaklar ve firma stratejileri,
uluslararası programlar, elbette mesleki eğitim sisteminin yapısını da
değiştiriyor. Avrupa Birliği bazında sakatların, “Horizon”, “Equal”, “Leonardo
da Vinci” programları ile çalışma hayatına entegre edilmeleri milyarları aşan
meblağlar ile teşvik ediliyor. Dünyada sakatlara yönelik iş gücü programları;
kota, mesleki rehabilitasyon, mesleki eğitim, destekli istihdam, sübvanse
edilen istihdam, belli işlerin sakatlar için ayrılması ve korumalı istihdam
olarak uygulanmaktadır. Gelişmiş ülkelerde rehabilitasyona ve işgücüne
katılmaları için yüksek miktarda teşvik olmasına rağmen, sakatların iş gücüne
katılım oranlarına baktığımızda bu harcamaların ve teşviklerin karşılığının
alınmadığı, konu tabu olarak görüldüğü için yeterli tartışmaların yapılmadığı
ve sakatların sorunlarını çözmede bu uygulamaların yetersiz kaldığı
söylenebilir.
Sosyal
refah devletinde sakatların yararlandığı gelir desteği uygulamaları neoliberal
dönemde yerini istihdamı açıcı yönde mesleki eğitim ve aktif işgücü
programlarına ve uygulamalarına bırakmıştır. Ne var ki devletin bu gelir desteğine bağlı sosyal yardımlarının azalması
özellikle sakatların eğitim ve sağlık hizmetlerinden en az oranda
faydalanmasını kaçınılmaz hale getirmiştir. Esnek üretim koşullarında kota vb. pozitif
ayırımcılık uygulamaları ortadan kalktığından, sakatın aktif işgücü pazarına
özgürce katılabileceği iddiası da önemli bir yanılsama olarak kabul
edilmelidir. Zira bir sakatın ortalama gelişmişlik düzeyindeki bir toplumda
eğitim imkânlarından yararlanma oranının tek haneli rakamlar olduğu dikkate
alınacak olursa, bu anlamda sosyal sermayesinin son derece düşük olması, onu
serbest rekabet ortamında daha da dezavantajlı bir hale getirmektedir. Örneğin ülkemizde, 2010 yılında TÜİK tarafından yapılan “Özürlülerin Sorunları ve Beklentileri
Araştırması”nda sakatların yüzde 85’inin gelir desteğinin arttırılması ve yüzde
70’inin de sağlık koşullarının iyileştirilmesini istemesi neoliberal
uygulamaların sosyal yaşamdaki tahribatını yansıtmaktadır. Bu dönemde, üretim
sürecindeki değişikliklerin yanı sıra sosyal harcamaların kısıtlanması ve
sağlık alanında özelleştirmelerin yaygın biçimde gerçekleştirilmesi sakatları
daha da çaresiz durumda bırakarak onların yaşam standartlarını açlık sınırına
getirdiği açıktır. Bu durum özellikle akıl hastaları üzerinde yıkıcı etkiler
yaratmaktadır. Bakım altına alınmış olan sakat ve hastaların neoliberal
ekonomik uygulamalarla özelleştirme politikaları sonucu sokağa atılmaları
halinde sisteme yeniden dâhil olma noktasında büyük problemlerle
karşılaştıkları bilinen gerçeklerdendir.
Küreselleşme ile birlikte
toplumun dezavantajlı kesimleri, sakatlarda aralarında olmak üzere sayıca artış
gösterdiğinden yoksulluk tanımı da yeni bir içerik kazanmıştır. Yoksulluğun
yeni tanımı; insanın gelişimi için temel olan fırsat ve olanaklardan çok
boyutlu “yoksunluk”tur. Bu yeni tanım,
birey için gerekli olan “temel yaşam kapasite”lerinden yoksunluk anlamına
gelmektedir. Yani, bu anlamda yoksulluk; gelir kaybının ya da yokluğun
ötesinde, psikolojik bozukluklar, beceri ve özgüven kaybı, hastalık ve
hastalığa yakalanma oranlarının yüksekliği, toplumsal dışlanmada artış vb. gibi
birçok unsuru kapsamaktadır. Yoksulluğu arttıran bu durum ise gelirin
azalmasını, kronik yoksulluğu ve daha fazla dışlanmayı beraberinde
getirmektedir.
Bu ve bunun gibi diğer
gerçeklerden dolayı, gelenekselleşmiş hayırseverlik faaliyetleri neoliberal
uygulamalarla yön değiştirerek bireysel bağış yapma yerine firmaların kurumsal
anlamda bağış toplamaları ve kendi kaynaklarını da kurdukları vakıflar
aracılığıyla dağıtımları, işletmelerin yeni strateji pazarlama yöntemleriyle
piyasada etkin olmak için rekabeti sağlayan bir araç olarak egemenlik boyutunda
güç kazanmalarını sağlamıştır. Bu döneme ait ekonomik uygulamaların
dezavantajlı gruplar için gerçekleştirdiği sosyal politikalar, firmaların sosyal sorumlulukları bağlamında
hayırseverlik boyutuna ilişkin faaliyetleri yürütmek için örgütsel birimler
veya yapılar geliştirmesini zorunlu kılmıştır.
Günümüzde yapılan çalışmalar, organizasyonların hayırseverlik faaliyetlerini resmileştirdiklerini ve hayırseverlik amaçları ile işletme strateji ve uygulamalarını birleştirmek için çabaladıklarını göstermektedir. Refah arttırıcı
uygulamalarla toplumsal bir işlev görünümü kazanan işletmeler aslında gelecek
için kendilerine yatırım yapmakta ve bu şekilde de varlığının sürekliliğini
sağlamış olmaktadır.
Küreselleşme döneminde toplumsal
ilişkilerin yeniden örgütlenmesi sürecinde devlet, STK’lar ve özel sektör
filantropi mekanizması etrafında bir araya gelerek, küresel pazarın
ihtiyaçlarını karşılayacak tüm politikaları birlikte oluşturmaktadırlar. Bundan
dolayı, hayırseverlik faaliyetleri yürüten kurum-kuruluşların bilimsel anlamda
nasıl bağış toplayacağı ile ilgili yöntemlerin (reklam-pazarlama stratejileri,
tüketici davranışları, markanın öne çıkmasına yönelik çalışmalar) esaslarına
ilişkin üniversitelerde bölümler açmaktadırlar. Örneğin, İngiltere’de Kent ve
ABD’de Indiana üniversitelerinde “Philanthropic”
bölümleri bulunmaktadır. Ayrıca, hayırseverliğin ana esasları olan sosyal,
siyasal ve ekonomik eşitlik adına çalışan yeni ya da mevcut sosyal hareketlerin
güçlendirilmesi, sosyal adalet ile ilgilenen gruplar arasında iletişim ve
işbirliği ağlarının oluşturulması, sosyo-ekonomik gücün yeniden paylaşılması ve
imkânların artırılması noktasında yerel örgütlenmelerin sağlanması, kâr amaçı
gütmeyen kuruluşlara mali ve teknik yardım yapılması vb. faaliyetler, küresel
kapitalizmin uzun vadeli stratejik hedefleri doğrultusunda bir siyasal proje
çerçevesinde yürütülmektedir. Anlaşılacağı üzere, bir önceki dönemde uygulanan
verimliliğin artırılması ve işin örgütlenmesine ilişkin Taylorist prensipler bu
kez de bütün bir küresel pazarın belli politikalar çevresinde bütünleşmesine
sağlamak amacıyla gündeme konmaktadır. Günümüzde vergi yüklerini (tax
burdens) azaltmak amacıyla devlet teşvikleri sonucu hayırseverliğin
kurumsal düzeye geçtiği de gözlenmektedir. Amerika’da 2002 yılında
hayırseverliğin kurumsal bazda bir önceki yıla göre yüzde 10,5’luk artış
göstermesinde vergi muafiyetinin etkisini görmek mümkündür (Stinson’dan akt.
Doruk, 2010). Kurumsal sosyal sorumluluk teması ile üçüncü sektör[6] haline gelen hayırseverlik, vergi muafiyeti adı altında devlet
teşvikleri ile büyük gelişmeler kat etmektedir. Son yıllarda giderek yükselen
bir ivme kazanan üçüncü sektörün, 2054 yılında sadece ABD’de 6 trilyon $ ile 25
trilyon $ arasında bir gelire sahip olacağı tahmin edilmektedir (Champy’den akt,
Doruk, 2010). 2001 verilerine göre;
ABD’de yaklaşık 12,5 milyon kişi STK’larda ve gönüllü kuruluşlarda istihdam
edilmektedir. Bu da toplam istihdamın yüzde 9,5’ini oluşturmaktadır. Özellikle
halkın yüzde 80’i bağış toplama organizasyonlarına bireysel bağış yapmakta ve
gönüllü çalışmalar yürütmektedir. İşletmeler ancak yüzde 7 oranında STK’lara
kaynak aktarmaktadır. Toplanan bağışların yüzde 40’ı dini kurumlara yüzde 15’i
eğitime ve yüzde 10’u ise sağlık, çevre, sanat, insani hizmetlere
aktarılmaktadır (Payton ve Moody’den akt. Özdemir vd. , 2009: 178).
Hayırseverlik faaliyetleri
yürüten kurumların yönetsel olarak denetlenmesiyle ilgili yasal düzenlemelerin
belirsiz olması toplumun bu kurumlarla ilgili algısında güvensizliğe yol
açmaktadır. Kurumların yapmış olduğu organizasyonlar sonucunda özellikle
Afrika’da AIDS ile mücadele, açlık sorununun çözümü ve sağlık koşullarının
iyileştirilmesi vb. konularda toplanan muazzam boyuta ulaşan bağışların ancak yüzde
20’sinin yerine ulaştığı diğer yüzde 80’inin ise gereksiz harcamalarda
kullanıldığı düşüncesi toplumda yaygın bir kanaat haline gelmiştir. Ülkemizde
de doğal felaketlerden dolayı ya da (hakkında soruşturma açılan Deniz Feneri
gibi organizasyonlar örneğinde görüldüğü üzere) eğitim faaliyetlerini
desteklemek amacıyla toplanan bağışların nasıl harcandığı, nerelere gittiği
noktasında yaygın kuşkular oluşmaktadır. Ayrıca sakatlarla ilgili para toplayan
dernek ve gönüllülerin tam olarak denetlenemeyen bu para toplama ve dağıtma
işlemleri sonucunda bağışların yerine ulaşmadığı konusunda toplumda derin
kaygılar bulunmaktadır.
Ford Vakfı işbirliğiyle ülkemizde
2004-2005 yılları arasında TÜSEV tarafından ilk defa “Sosyal Adalet İçin
Hayırseverlik” üzerine bir araştırma yapılmıştır. Bu
araştırmada Müslüman toplumlarda hayırseverlik, vakıflar ve sosyal adalet
konuları irdelenmiştir. Burada temel alınan “sosyal adalet için hayırseverlik”
anlayışının hedefi, katkıların ya da bağışların politik, ekonomik ve sosyal anlamda “en az varlığa sahip olanların” fırsatlarını çoğaltmak amacıyla yapısal değişiklikler için çalışan kâr amacı gütmeyen örgütlere yönlendirilmesidir (Balıkçıoğlu ve
Karacaoğlu 2007: 158 ).
Emory
Üniversitesi’nden Prof. Abdullahi An’Naim, ‘‘sosyal değişim ve gelişime daha
geniş kamusal katılım için yerel girişimlerin güçlendirilmesine yönelik
sürdürülebilir insan kaynağı sağlamak amacıyla, yerel sosyal adalet
girişimlerinin desteğiyle, İslam toplumlarında hayırseverlik etkinliklerini
harekete geçirmeyi, örgütlemenin ve kolaylaştırmanın yollarını keşfetmeyi’’
amaçlayan bu girişime entelektüel bağlamda liderlik yapmıştır (An’Naim ve Halim’den akt. Aydın vd., 2006: 11). Çalışmanın sonuç bölümünde Türkiye’deki
vakıfların “modern hayırseverlik- filantropi” işlevinden farklı bir biçimde
şekillendiği dile getirilmektedir. Vakıfların yapı, ilişki ve hizmetleri
(yiyecek, giyecek, eğitim vb bireysel bazlı olması.), İslami yardım geleneği ve
Türkiye’nin kendine özgü toplumsal yaşantısı bir bütünlük olarak özel bir
hayırseverlik kültürüne yol açmaktadır. Araştırmadaki bulgulara göre ortaya
çıkan bu farklı ve Türkiye’ye özgün filantropiyi “topluluk/mahalli filantropi[7]” olarak adlandırılır. Bu araştırma raporunun iki temel bulgusu
bize göre önemlidir; birincisi, filantropi olmadan Türkiye’nin kalkınamayacağı
ikincisi ise kalkınma ve demokrasi sorununun çözümünde yerel inisiyatiflere ve
cemaatlere önemli görevler düştüğüdür. Sosyal değişimin bu gruplar aracılığıyla
gerçekleşeceği iddiası belirtilmiştir. Türkiye’nin modernleşmesi için kalkınma
söyleminin yerini filantropi söylemi almıştır. Türkiye’nin “sanayileşerek”
kalkınacağı söyleminin yeni versiyonu,
kalkınmanın “filantropi” yoluyla gerçekleşeceğidir.
Sonuç olarak önceden sosyal
devlet anlayışından kaynaklanan sosyal politikalar devletin müdahalesi altında
gerçekleşirken neoliberal ekonomik anlayış piyasadan ödünç aldığı hayırseverlik
yaklaşımıyla tarihin ilk dönemlerinde olduğu gibi yardımların bireysel olma
özelliğini yeniden ortaya çıkarmış ve kuruma ya da kişiye bağlı olarak bağış
yapma olayı sosyal bir sorumluluk görünümü kazanmış, bağışta bulunan kişi ya da
kurumun yararı esas öncelik haline gelmiştir. Merhamet duygularının tatmininde
en elverişli kesim olan sakatlar bireysel haz alma nesneleri olarak bağış yapma
konusunda birinci sıradaki yerlerini koruyup, tarihin tüm evrelerinde olduğu
gibi rahatlıkla sadaka verilebilen bir toplum kesimi olma özellikleri
hatırlanarak başlangıçtaki konumlarına yeniden dönmüş bulunmaktadırlar.
Tam bu noktada sakatlıkla
(süreğen hastalıkların da) dilenciliğin özdeşliğine ve aynı zamanda da
hayırseverliğin ideolojik bir yaklaşım olarak ülkemizde bir devlet politikası
haline geldiğine ilişkin bir gazete haberi bu gerçeği yansıtmaktadır. Buna
örnek olarak hükümet üyelerinden Erdoğan Bayraktar’ın davranışı, egemen
düşüncenin dışavurumudur.[8]
Böylece küresel kapitalizm, 21.
yüzyılı hayırseverlik yüzyılı olarak ilan ederek, tarihin başlangıçlarındaki
ilk önermeye geri dönmüş bulunuyor: Tevrat’ta Levililer 22’de yazıldığı
biçimde:
Harunun
zürriyetinden kendisinde kusur olan hiçbir adam, RABBİN ateşle yapılan
takdimelerini arz etmek için yaklaşmayacaktır; kendisinde kusur vardır; Allahın
ekmeğini arz etmek için yaklaşmayacaktır. Allahı’nın ekmeğinden, çok mukaddes
olandan, ve mukaddes olandan yiyecektir; ancak perdenin yanına gitmeyecek, ve
mezbahaya yaklaşmayacaktır, çünkü kendisinde kusur vardır; ta ki, makdislerimi
bozmasın; çünkü ben, onları takdis eden RAB’İM. Musa Harun’a ve oğullarına ve
bütün İsrail oğullarına böylece söyledi (Kitabı Mukaddes, Levililer 22, 1997:
123).
Buna göre sakat, kutsal olandan
payına düşeni alacak ancak kutsal olana kesinlikle yaklaşmayacaktır. Onun
yaklaşmayacak olduğu, toplumsal hayat ve üretim sürecidir. Bu başlangıç
önermesinin iktisaden en kalkınmış, geleceğin ideal toplumundaki karşılığı ise,
Rosa Luxemburg’un deyişiyle şöyledir: “Her toplum artık emek gerçekleştirir.
Hatta sosyalist toplumda bunu yapmak zorundadır. Her toplum, üç anlamda artık
emek gerçekleştirmelidir: Önce, çalışmayanlara bakılması için (çocuklar,
yaşlılar, sakatlar gibi çalışamayacak durumda olanların (...)) belli miktarda
emek sağlanmalıdır” (2004: 57). Yani, yaşlılar geçmişte yaklaştıkları, çocuklar
gelecekte yaklaşacakları için kutsal olan artıktan paylarını alacak, sakatlar
ise kutsal olandan paylarına düşene razı olacaklardır. Bu
durum bütün tarihsel dönemlerde olduğu gibi, emek gücünün kullanım değeri
üzerinden var olduğu toplumsal yapılarda da, sakat toplumsal artıktan pay alan
kişidir. Dolayısıyla istisnalar dışında gerek bugün gerekse gelecek dönemler
boyunca sakatın her zaman hayırseverlik faaliyetlerinin sonucunda yaşamını
idame ettirmesi düşüncesi hâkim anlayıştır.
Karl Marks’ın “emek, yalnızca bir yaşam aracı değil yaşamın birincil
gereksinmesi haline gelmesinden sonra; bireylerin her yönüyle gelişmesiyle
birlikte, üretici güçlerin de artması ve bütün kolektif zenginlik kaynaklarının
gürül gürül fışkırmasından sonra… [üzerinde] herkesten yeteneğine göre, herkese
gereksinmesine göre” (1989: 31) görüşü, geleceğin ideal toplumunun gerçekleşme
durumunda bile birinci aşamada herkesin yeteneğine göre toplumsal artıktan pay
alması sakatın hangi yeteneklerine göre pay alacağı sorusunu sormamıza neden
olmaktadır. Yani kısaca kapitalist düşünce anlayışında sakatların toplumsal
artıktan pay almalarında mutlaka hayırseverlik yaklaşımının işlerlik
kazanacağı, materyalist sistemde ise üstü örtülü bir şekilde açıklanmakta ve bu
düşünce kalıpları Tevrat’taki inanışla aynı mantıksal izleri taşımaktadır.
SONUÇ
Günümüzün en genel geçer
kavramlarından biri de insan hakları kavramıdır. Bu kavram temel özgürlüklerin verili anlamda
gelişmesi sonrasında neredeyse tüm özgürlüklerin sınırını belirleyen tek ölçüt
haline getirilmiştir. İnsan hakları aynı zamanda, bütün bunları içine alan
biçimiyle kendisine büyük anlamlar yüklenerek ve yasal düzenlemeler
aracılığıyla evrensel bir nitelik kazandırılarak da idealleştirilmiştir. Tüm
özgürlükleri kapsayan bu kavramsallaştırmayı bağımlılığın zıttı olarak değil de
bağımlılıkla iç içe geçmiş bir durum olarak düşündüğümüzde, kapitalizmde bütün
özgürlükler evrensel yasalarla korunuyor olmasına rağmen, yine de aynı
yasalarca özgürlükler alanının müdahaleye imkân tanıyan hali doğal
karşılanmaktadır. Ne var ki özel mülkiyeti her türlü müdahaleden tartışmasız
muaf tutma konusunda gösterilen özen ise en temel insan hakkı olarak kabul
edilmektedir. İnsan hakları kavramının bu anlamda kutsallaştırılması günümüz
düşüncesinin en tipik özelliklerinden biridir. Oysa bu kavramın gerçekte
karşıladığı ihtiyaç aslında Marx’ın şu özet söyleyişiyle 19.yüzyıldan itibaren
dile getirilmektedir: “İnsan hakları denen hakların hiçbiri, sivil toplumun
üyesi olarak insanın; yani kendi içine kapanmış, kişisel çıkarlarının ve özel
kaprislerinin sınırlarına çekilmiş .... bireyi korumanın ötesine gitmez. İnsan
hakları çerçevesinde insan .... asıl bağımsızlıklarının bir sınırlanması olarak
görünür. Bireyleri kapitalizmde bir arada tutan tek ortak nokta, doğal
gereklilik, gereksinim ve özel çıkar, mülkiyetlerinin ve egoist kişiliklerinin
korunmasıdır (1997: 35).”
Birleşmiş Milletler Sözleşmesine
2008 yılında eklenen Sakat Hakları Sözleşmesi[9]’nin değişik bentlerine yayılan ifadelerle kalkınmacı anlayış
kendi referansları üzerinden insan hakları bağlamında, “insan onuru”
soyutlamasına ulaşmaktadır: İnsan onuruna yakışır” bir yaşamın, sakatlar için
hayırseverlik yaklaşımıyla özdeş kılınması yine insan hakları kavramı
bağlamında kutsallaştırılmaktadır: “Engelliliğe ilişkin konuların sürdürülebilir,
bir ekonominin ayrılmaz bir parçası” ve “Bir kişinin engelli olduğu için
ayrımcılığa maruz kalmasının her bireyin doğuştan sahip olduğu insanlık onuru
ve değerinin de ihlal edilmesi…” vb. 21. yüzyılın hayırseverliğin yüzyılı
olacağı yollundaki beklentiyi refah seviyesini
yükseltme çabalarının sürdürülebilir kalkınmayla giderileceği varsayımı,
çevreyi ve tüm insanların yaşam kalitesini koruyan iyileştirici yaklaşımlar bu
programın en önemli unsuru olan hayırseverlik faaliyetleri olarak ortaya çıkmaktadır.
Şimdiden 40 yılını geride bırakmış bulunan kapitalizmin en derin krizine çare
olmak üzere birlikte ele alınan hayırseverlik faaliyetleri ile insan onurunun,
kapitalizmi krizden çıkarma amacında ne kadar işlevsel olabilecekleri merak
konusu olduğu kadar da kuşkuludur. .
Görünen o dur ki, insan onuru ile
hayırseverlik kavramını ahlaka uygun bir temelde uyumlu hale getirebilme
noktasında kapitalizmin ideologlarının gerçek dışı düşünsel malzemeyi bir araya
getirebilme konusunda çokça zorlanacaklarını tahmin etmek hiç de güç olmasa
gerekir.
Bütün bir tarih boyunca
insanlığın toplumsal bilinçaltının derinliklerine kök salmış bir ön yargının
yani sakatlarla birlikte toplumun bütün dezavantajlı kesimlerinin,
hayırseverlik yoluyla ihya edilebilecekleri önyargısının, kapitalist sistemin
yarattığı adaletsizliklerin çözümü ve krizden çıkışta en elverişli stratejik
bir yol olarak yeniden keşfedilmiş olması, tarihin yeni bir ironisi olarak
düşünülebilir. İnsan soyunun en azından bir 5000 yıldır denediği ve sonuç alamadığı
bir yöntemin uygarlığımızın bugünkü sorunlarına çözüm olarak düşünülmesindeki
çaresizlik de açıktır. Zira “sakat” insana dâhil olmadıkça tarih hep tekerrür
edecektir.
KAYNAKÇA
Altan, Ö.
Z. (1999) “Kota Tekniği ve Kota Oranlarının Yükseltilmesi Ülkemizde Daha Çok
Sakatın İstihdam Edilmesine Yardımcı Olabilir mi?” Mercek Dergisi, Nisan 25-34.
Aydın,
D., M. Ç., A. Ç. ve F. G. (2006) Türkiye’de Hayırseverlik: Vatandaşlar,
Vakıflar ve Sosyal Adalet Araştırması Sonuç Raporları, İstanbul: Türkiye Üçüncü
Sektör Vakfı (TÜSEV).
Balıkçıoğlu,
B. ve Karacaoğlu K. (2007) “Sosyal Bir Ürün Olarak Topluma Pazarlanan
Hayırseverlik: Stratejik Hayırseverlik” Gazi Üniversitesi, İktisadi ve İdari
Bilimler Fakültesi Dergisi, 2 (9): 121-141.
Buğra, A.
(2008) Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye’de Sosyal Politika, İstanbul: İletişim.
Clarke, S.
(2008) “Neoliberal Toplum Kuramı”,
Saad-Filho Alfredo ve Johnston Deborah (Der.), Çev. Şeyda Başlı ve Tuncel
Öncel, Neoliberalizm içinde, İstanbul: Yordam, 91–106.
Demirci,
M. E. (2005) Homeros’tan Aşık Veysel’e Tarihte ve Toplum Yaşamında Körler,
İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi.
Donoughue,
C. (2003) “Challenging The Authrity of The Medical Definiton of Disability: An
Analysis of The Social Constructionist Paradigm”, Disability & Society, 18
(2), 199–208.
Carroll, L. (2002) Aynanın İçinden, Çev. Şengül
Aydın, İstanbul: Alfa.
Doruk, Ö. T. (2010) “Hayırseverlik Sosyal Adalet
İçin Bir Paradigma mı?”
http://cukurova.academia.edu/ÖmerTuğsalDoruk (15 Mayıs 2013)
Ford, H.
(2005) My Life and Work, 10. Edition,
New York: Cosimo.
Friedlander,
W. A (1966) Sosyal Refah Hizmetine Başlangıç, Çev: Dil Resan Taşçıoğlu, Ankara:
Şenyuva.
Harvey, D.
(2006) Postmodernliğin Durumu, Çev: Sungur Savran, 4. Baskı, İstanbul: Metis.
Hürriyet,
“Bakan’ın Cevabı Kanser Kızı Ağlattı” http://www.hurriyet.com.tr/gundem/23042886.asp (15
Nisan 2013) .
Kitabı Mukaddes (1997) İstanbul: Kitabı Mukaddes
Şirketi.
Luxemburg,
R. (2004) Sermaye Birikimi, Çev. Tayfun Ertan, 2. Baskı, İstanbul: Belge.
Marx, K.
ve Engels, F. (1989) Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Çev. Muzaffer
E. Kabagil, 3. Baskı, Ankara: Sol.
Marx, K.
(1997) Yahudi Sorunu, Çev. Niyazi Berkes, 3.Baskı, Ankara:Sol
Özdemir,
H. Başel, ve H. Ş. (2009) “Sivil Toplum Kuruluşlarının Artan Önemi ve Üsküdar’sa
Faaliyet Gösteren Bazı STK’lar Üzerine Bir Araştırma”, Sosyal Siyaset
Konferansları Dergisi, 2009 (56).
Polanyi,
K. (2007) Büyük Dönüşüm, Çev. Ayşe Buğra, 6. Baskı, İstanbul: İletişim.
Shakespeare,
T. (2006) Disability Rights and
Wrongs, New York: Taylor& Francis
Group.
TÜİK
(2010) “Özürlülerin Sorunları ve Beklentileri
Araştırması 2010”.
Wood, E.
M. (2008) Kapitalizm Demokrasiye Karşı,
Çev. Şahin Artan, İstanbul: Yordam.
[2] Parapleji: İki bacağın ya da iki
kolun felç olma durumu.
[3] Her ne kadar bu çağlarda kilise,
hayırseverlik müsseselerinin kurucusu ve destekleyicisi olarak kabul edilirse
de, bütün bu çalışmaların ilhamının onikinci ve onüçüncü yüzyıllardaki mesleki
loncalardan alındığı belli bir noktadır. Onikinci ve onüçüncü yüzyıllarda
tüccar ve sanatkar loncaları, köy kardeşlik birlikleri, sosyal veya dinsel
loncalar karşılıklı yardım, kardeşlik ve arkadaşlık fikirlerini desteklemek
için kurulmuşlardı. Bu sebepten ötürü bu loncalar, ilk önce kendi üyelerinin
hastalarına, muhtaçlarına ve üyelerin dulları ile yetimlerine yardım sağlamakla
beraber şehirlerdeki fakir halka da yardım etmek üzere teşkilatlanmışlardı
(Friedlander, 1966, s. 17).
[4] Osmanlı hukukunda vakıf, menfaatinden
yararlanılmak üzere bir mülkü Tanrı’nın mülkü saymak şeklinde de tanımlanırken;
kural olarak hayır yapmak için belli bir toplumsal amaca yönelik olarak
kurulur. Bkz: Demirci (2005).
[5]İngilizce karşılığı “philanthropy” olan bu terimin Türkçe’deki
karşılığı hayırseverlik olmakla birlikte, kelimenin tam anlamını
karşılamamaktadır. Dilimizde hayırseverlik, çoğunlukla tarihi gelişimi
sebebiyle bireylerin dini, vicdani ve/veya duygusal güdülerinden hareketle
yaptıkları yardım faaliyetlerini çağrıştırmaktadır. Ancak uluslararası düzeyde
filantropi terimi bu çağrışımlardan ziyade birey ve kurumların içinde
bulundukları toplumların refah seviyesini yükseltmek amacıyla (çoğunlukla sivil
toplum kuruluşlarına ve stratejik bir planla) bağışta bulunmaları şeklinde tanımlanmaktadır.
Bkz: Aydın vd. (2006)
[6] Üçüncü
Sektör, kar gayesi gütmeyen kuruluşlar
anlamına gelmektedir.
[7] Mahalli filantropisi” sırf acıları dindirme ya da
istekleri sonlandırma arzusundan doğmamaktadır. Mahalli filantropisinin
temelini oluşturan dinamikler kişisel olarak niteleyebileceğimiz dini yaptırım,
ya da kendini kurtarma isteği, politik güç ve sosyal konum mücadelesi, parasal
kazanç umudu ve sosyal kontrol kurma arzusu olarak sayılabilir. Mahalli
filantropisi hiç bir zaman politik, sosyal ve ekonomik bağlamından çıkarılıp,
ayrılamaz. Bkz: Gökşen (2006)
[8] Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar,
kanser tedavisi gören ve kendisinden ilaçlarının temini için yardım isteyen
üniversite öğrencisi genç kızın cebine para koyup, ilaçları kendisinin almasını
istedi ve 'düşürme' diye uyardı. Kendisine dilenci muamelesi yapıldığını
söyleyerek alınan üniversiteli kız Selimiye Camii’nde namaz kılıp çıkan Bakan
Bayraktar’a giderek, "Ben dilenci değilim, tedavim için yardım
istedim" dedi ve cebine konulan parayı Bayraktar’ın eline tutuşturup
ağlayarak uzaklaştı. (Hürriyet, 2013)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder