Beden Olumlama Ritüellerine
Sıkıştırılmış Bir Engelli Aktivizmi
Elif Nur Aybaş
(Bu yazı ilk
olarak Yeni E Dergisi’nin 69. Sayısında yayımlanmıştır.)
Sakatlığın/engelliliğin
sosyal bilimlerin bir araştırma alanına dönüşmesi oldukça yeni. Hayli
tartışmalı olduğu söylenebilirse de, bugün literatürde 1970li yılların
engellilerin öz örgütlenme pratikleri, engellilere yönelik hukuki ve çevresel
düzenlemelere ilişkin taleplerin çeşitli biçimlerde dillendirilmesi açılarından
hemen hemen dönüm noktası olduğu yaygınlıkla Kabul edilir. Bu tarihselleştirme
girişimine göre, sokak eylemleri, kamu kurumlarının işgali veya lobicilik faaliyetleri
gibi çeşitli biçimlerde politize olan sakat hareketini, bu on yılın sonunda, sakatlık
çalışmalarının akademinin ilgi alanına girmesi takip eder. Burada Birinci Dünya
Savaşından önce İngiltere’de ve Büyük Buhran’dan sonra ABD’de özellikle işçiler
arasında örgütlenen ve kendilerini sosyalist addeden kimi engelli örgütlenmelerinin
varlığını hatırlatarak bu tarih anlatısına şerh düşelim. Bense bu yazıda
sakatlık çalışmalarındaki belli eğilimlere ve bunların politik uzantılarına
eleştirel bir gözle bakmayı denemek istiyorum. Aslında sosyal bilimler içinden
gelen kişiler kolaylıkla başka sosyal hareketler içindeki benzer eğilimleri
görecek ve kapitalizmin şu aşamasında dünyanın tecrübe ettiği sosyopolitik
dönüşümü sakat hareketi üzerinden de takip edeceklerdir. Bu kişilere de benzer
tartışmalara bu sefer sakatlık alanından bakmaları için bir fırsat oluşturmuş
olmayı umuyorum. Sakatlık çalışmalarının sosyal bilimlerin alanına İlk olarak
sosyal model ile girdiğini söyleyebiliriz. Sosyal model, sakatlığın salt
biyolojik bir durum olmadığını iddia eder; kurumsal, hukuki ve çevresel
düzenlemelerin sakatlık deneyimindeki rolüne işaret ederek onu politize eden
ilk eğilim olarak ortaya çıkar. Özellikle sakatlar arasında bu yaklaşım güçlü
bir destek bulur. Bir süre sonra, bu sefer bedenin normalliğini ve normallik
algısını tartışmaya açmayı hedefleyen ikinci bir dalga sakatlık çalışmalarında
ve sakatlar arasında geniş bir yankı uyandırır. Buna göre normallik ve sakatlık
ancak bir referans noktasına göre belirlenebilir ve bu referans noktası ise, tıbbi
bir teşhis değildir, tarihsel, toplumsal ve politik birtakım süreçlerin
ürünüdür. Bunun en güzel örneğini engelliliğin raporlandırılmasına ilişkin
mekanizmaların keyfiliği verir: bu raporlandırmalar aslında son derece politize
bir ölçeklendirmeye tabidir. Normalliğin inşasına daire çalışmalarda da belli
başlı iki eğilimin olduğunu söyleyebiliriz: bunlardan biri, bir çeşit
aydınlanmacılık ve ulus devlet eleştirisinden hareketle, normalliğin
inşasındaki kurumsal ve tarihsel formasyonları analiz etmeyi hedefler. Öte
yandan başka bir eğilim ise, engelliliğin bir ‘yeti farkı’ olduğu fikrinden
hareketle, bir bakıma sakat bedenin olumlanmasına, onurunu geri kazanmasına,
sakatların sakatlıklarını kimliklerinin bir parçası olarak kabullenmelerine
odaklanır. Normallik çalışmalarının sosyal modelin reddi anlamına geldiği
söylenemez asla elbet ancak odağın çevresel olandan bedene doğru kaydığı da
görülecektir. Bunun ise, kapitalizmin geldiği aşamada muhalif ideolojinin
geçirdiği dönüşümün bir uzantısı olduğu açık. İşte bugün sakatlık alanında
yürüttüğümüz birçok tartışma, birçok uzlaşmazlık aslında bu ideolojik
formasyona ilişkin farklı pozisyonlar alınmasından besleniyor.
Peki ya bütün
bunlar ‘engelliler’ için ne anlama geliyor? Konuya girebilmek için önce yazıyı
çok daha deneyimsel bir tona çekeceğim ve birkaç örnek vereceğim, birçok
engelli için ortak olduğunu sandığım, günlük yaşama dair örnekler. Farz edelim bir
görme engellisiniz ve şehir içinde bir yere gitmeniz gerekiyor. Yine farz
edelim bağımsız hareketiniz çok güçlü değil, gideceğiniz rotayı iyi
bilmiyorsunuz ya da bir sebepten bu rotada güvende hissetmiyorsunuz. Şehir içi
ulaşımda birkaç seçeneğiniz var: toplu taşıma, yürüme ve taksi. Eğer toplu
taşımayı seçerseniz, bildik zorluklarla uğraşmak zorundasınız, durak kaçırma
riski, otobüsün hangisi olduğunu anlamaktaki zorluk vs… Dahası bu seçenekte
asıl varış noktasıyla indiğiniz durak arasında veya aktarma yapılacaksa aktarma
sırasında yukarıda söz konusu olan çekinceler hala vardığını sürdürüyor.
Bununla birlikte yardım almak zorunda kalabilirsiniz ve bu da tahmin
edilebileceği gibi kolayca bir yüke dönüşebilir. İhtiyacınız olan yardımı tam
olarak ifade edemeyebilirsiniz, karşınızdaki kişinin tavrından rahatsız
olabilirsiniz veya o anda belki kimseyle muhatap olmak istemiyorsunuzdur. Bu
durumda taksi güçlü ve güzel bir seçenek olarak beliriyor ama bilin bakalım ne
yok? Para! Eğer taksiye binebilseydiniz kolaylıkla bir takım fiziksel,
psikolojik veya sosyal bariyeri aşabilirdiniz. Gerçi pekâlâ taksici canınızı
sıkacak bir konuşmaya girişmiş olabilirdi ama bir yardım değil hizmet
aldığınızın farkında olmak elinizi maruz kalma riski altında olduğunuz taciz
karşısında epeyce güçlendirirdi. Evet, eğer paranız varsa yardım değil hizmet
alırsınız ve hizmeti ihtiyaçlarınızı daha uygun ve daha doğru şekilde gidermek
üzere organize etmek çok daha mümkündür.
Başka bir örnek:
alışveriş yapmak istiyorsunuz. Fiziksel olarak bir markete gidebilirsiniz.
Kasiyere yaklaşıp size yardım edip edemeyeceklerini sorarsınız. Görevli gelir
ve size ne almak istediğinizi sorar. O da ne! Tam olarak ne alacağınızı
bilmiyor musunuz? Görevli size nasıl bütün marketi saysın? EEE, o da çalışan en
nihayetinde, işinin başına dönmek zorunda bir noktada! Açıkçası bir göreninkine
eş, hiçbir baskı altında kalmadan kullanabileceğiniz ‘reyonlar arasında
serbestçe ve saatlerce gezme’ hakkına sahip değilsiniz. Ama eğer bir tık yüksek
ücrete ve getirme komisyonuna razı olursanız online platformlar aracılığıyla bu
hakkı elde edebilirsiniz; ve üstelik yalnızca hizmet almış olursunuz! Burada
uzun uzun uygulama analizi ve karşılaştırması yapmayacağım. Sanırım demek
istediğim temel olarak anlaşılıyor.
Erişilebilirliğin
parayla, finansal kaynaklarla ne kadar ilişkili olduğuna dair çok başka örnekler
verilebilir, hepimiz bunu bizzat ve çeşitli ölçülerde deneyimliyoruz. Örneğin, daha
ucuz seçeneklere rağmen birçok engelli grubu, özelleşmiş yazılımsal destekleri
dolayısıyla, belli teknoloji markalarına neredeyse mahkûm. Paramız varsa bize
kişisel asistanlık yapabilecek birilerine ulaşabiliriz, bütün o yardımları bir
anda bir hizmete dönüştürebiliriz. Yahut ev içinde bize destek olabilecek bir
yardımcının ücretini ödeyerek ev içi erişilebilirlikle ilgili bütün yüklerden
bir anda kurtulabiliriz. İşin bir boyutu maddi ve fiziksel elbette: bu şekilde
zamandan, enerjiden, zihinsel ve fiziksel emekten tasarruf edebiliriz;
yorgunluktan ve stresten belli düzeylerde kaçınabiliriz. Bir iş yaparken
temkinli olmak için daha yavaş hareket etmek ya da örneğin yaptığımız temizlikten
emin olmak için aynı noktadan birkaç kere geçmek örneklerinde olduğu gibi, körlüğün
ya da sakatlığın çoğu zaman ekstra zaman, enerji kaybı anlamına geldiğinde
sanırım çoğunlukla hemfikir olacağızdır. Öte yandan sürekli yardım alıyor
olduğunuz açık ya da örtük bilincinin çocukluktan beri adım adım oluşturduğunuz
benliğinize ve sosyal varlığınıza, çevrelendiğiniz sosyal ağa ne denli köklü
işlemiş olabileceğini düşünün bir de. Sakat uzuvlar etrafında kurulan bu
kişisel trajedi hikayesinin aslında pekâlâ bir kaynak sorunu olduğunu fark
ettiğiniz anda artık o trajedi eski tadını vermeyecektir asla.
Şimdi, işin başka
bir boyutuna geçmek istiyorum: istihdam. Diyelim ki en güzel üniversitelerden
birinde okudunuz ve özel sektörde çalışmak istiyorsunuz. Senaryoya şöyle bir
bakalım. Hiç şüphesiz özel sektörde çalışan engelli sayısı, özellikle devletin
kontenjan politikalarından sonra ve bilgisayar teknolojilerinin ilerlemesine
bağlı olarak arttı. Ancak yine de engellilerin emeğinin engelli olmayanlarla
aynı rekabet koşullarına sahip olmadığı kesin değil mi? Bugün Engellilerin emeği
çoğunlukla erişilebilirlik alanına sıkıştırılıyor, engelliler engelliler için
çalışıyor. Ki bu ise takdir edersiniz ki ancak engellilerin bir kısmının
istihdam edilebileceği bir alan. Herkes erişilebilirlikle ilgili bir iş yapsa,
bu alanın muhatabı kim olacak? Eşit becerilere sahip engelli ve engelsiz
kişiler arasında işveren bir tercih yapmak durumunda kaldığında, kontenjan gibi
bir devlet dayatması olmadığı müddetçe, eğilimin hangi yönde olacağı kesin. Öte
yandan bir şekilde farklı sektörler veya departmanlarda işe girebilenler terfi
konusunda çok kere haksızlığa uğruyor. O kadar yaygın hikayeler ki bunlar,
kişisel değil yapısal bir sorun olduğunu artık Kabul etmek zorundayız. Diyelim
ki, bütün bunlara rağmen özel sektöre ilişkin bir takım başarı hikayeleri var.
Yine de şunu iç rahatlığıyla söyleyebiliriz: kişisel kahramanlık hikayeleri
ancak semptomdur, istisnadır, yapının doğal sonuçları değildirler. Zaten bu
kişilerin kahraman olarak görülmeleri de buradan gelir. İstisnalar kaideyi
bozmaz. Her ne kadar ‘kişisel kahramanlıklar’ asrında yaşıyorsak da kişisel
kahramanlıkların, çeşitli tesadüfeler ve şansların toplamı olduğunu
söylemeliyiz. Dahası bu kişisel başarılar bir şekilde söz konusu olabildiği
için, çok açık yapısal sebeplerden mağdur olan başka engellilerin hikayelerini
göz ardı edebilir miyiz?
Akademi veya kamu
sektörü için de benzer senaryolar kolaylıkla oluşturulabilir. Peki ya bütün
bunlar ne anlama geliyor? Engelliyseniz muhtemelen tam olarak becerilerinize ve
yeteneklerinize uygun bir işte istihdam edilmeyeceksiniz. Yahut bir noktada
kariyer basamaklarında tıkanıp kalacaksınız. Yani engelli olmayan bir benzerinize
göre muhtemelen daha az kazanacaksınız. Erişilebilirliğin paraya bağımlılığı
yetmezmiş gibi engelli olduğunuz için paraya erişiminiz de güçleşti! Dahası
maddi kaynaklara dair bu sorun sosyopsikolojik olarak da sizin için oldukça
kurucu, hatta belki de en büyük travmalarınızın kaynağı!
Sosyal modelin
kurucusu Mike Oliver bir akademisyen aynı zamanda. Ona göre sağırlar, körler
veya fiziksel engelliler gibi gerçekte hem ihtiyaçları hem de karşılaştıkları
sorunlar bakımından bu denli çeşitli bir grubu engellilik gibi şemsiye bir
terim altında toparlamak endüstri devrimi ile ortaya çıkıyor. Oliver tezlerini
açıklayabilmek için 19. Yüzyılda en ağır sanayileşme tecrübelerinden birini yaşayan
İngiltere’ye odaklanıyor: fabrikalardaki iş koşulları çok ağır, makineler çok
büyük ve tehlikeli, çalışma saatleri 12 saate dayanıyor, tezgâhlar çocuk
işçilerle dolu ve ücretler çok az. Britanya’da bütün hayat fabrikaların,
sanayileşme hülyalarının çevresinde kurulmuş durumda. Ancak bu çalışma
koşullarına bir türlü uyamayanlar var: körler, sağırlar, tekerlekli sandalye kullanıcıları
vs. Özellikle endüstrileşmenin erken dönemlerine hâkim olan makineleşme ya da seri
üretim tezgâhları herhangi bir şekilde başka fiziksel koşullara sahip olan
kişiler için uygun veya esnetilebilir değil. Tüm sosyal yaşam gibi engelliler
de işe katılımları üzerinden düşünülmeye, kategorize edilmeye başlanıyor. İşte İngilizcede
‘disability’ kelimesi de böylece ortaya çıkmış oluyor. Bugün de benzer biçimde
engel raporları bir tıbbi teşhis olarak değil iş görürlük, iş gücüne katılımın
tespiti olarak düzenleniyor.
Oliver, sosyal
model ile basitçe bir teori kurmuyor aslında. Bize engelliliği düşünürken
başvuracağımız bir yöntem gösteriyor. Bu yöntem dış koşullara yönelik eleştirel
ve analitik bir bakış geliştirmek, bu koşulların ‘engelliler’ açısından ne tür
psikolojik, sosyolojik veya fiziksel tecrübelere yol açtığını teşhir etmek anlamına
geliyor. ‘Yeti farkı’ jargonu, engelliliği basitçe bedensel bir tecrübeye
indirgeyerek bayağı bir farklılık övgüsüne varıyor. O yüzden bugün ‘engellilik’
üzerine düşünmek, eleştirel bir tavır geliştirmek isteyen herkes dış koşullara
referans vermek, bir çeşit sistem eleştirisi yapmak zorunda. Paranın ve rekabetin
asrında yaşıyoruz, hayatlarımız finans kapitalin ihtiyaçları doğrultusunda
kurgulanıyor. Bu kadar açık bir gerçeği bilmem tekrar ve tekrar teşhir etmeye
çalışmaya gerek var mı? Sağlık, iyi beslenme dahil bütün haklara erişim
finansal kaynaklarımıza bağlı ancak finansal kaynaklar asla eşit dağılmıyor. Ömürler
hayat koşullarını bir parça daha iyileştirebilmek yolunda tüketiliyor. Bu
yalnızca ekonomik bir olgu da değil iç dünyamız da bu gerçekler tarafından
belirleniyor kuvvetle. Sınavlarda, iş arama süreçlerinde birçok insan yoğun
strese maruz kalıyor, kimisi bu stresle başa da çıkamıyor. Her türden
başarısızlık kişisel bir yıkıma dönüşüyor ve üzerimize çöküyor. Rekabete bağlı
olarak sürekli yetersizlik duygusuyla başa çıkmak zorunda kalıyoruz. Eşitlerin
değil daha iyinin veya kötünün, daha başarılının veya başarısızın, daha çok
veya daha az kazananın çağında yaşıyoruz. Çağ bu olunca da birilerinin muhakkak
daha az kazanması, daha az başarılı olması gerekiyor. İşte böyle bir çağ altı
üstü tutmayan bir koldan bu denli dehşetli bir trajedi devşiriyor.
Maalesef böyle
bir sistemin en dezavantajlı gruplarından biri engelliler. Bugün engellilerin
ihtiyaç duyduğu yardımcı teknolojiler oldukça pahalı çünkü bu ürünler kitlesel
tüketimin nesnesi değiller, pazar oldukça dar. Yine aynı sebepten ARGE
çalışmalarına yapılan yatırım oldukça kısıtlı. Bütün bunların yanında bayağı
bir pazarlama stratejisinden ibaret olan birçok sosyal sorumluluk projesi kamu
ve özel kurumları, sivil toplum kuruluşlarını işgal etmiş durumda. Şu şartlar
altında sakatlığın bir kaynak ve yönetim sorunu olduğu açık bir gerçek. Evet,
işte, paranız olsaydı taksiye binecek, uygulamadan market siparişi verecek ve
son sürüm telefonunuzu, bilgisayarınızı alacaktınız, o zaman körlük o kadar da
bir dert olmayacaktı. Paranız olsaydı kimse ile yardım ilişkisi
kurmayacaktınız. Toplumsal rekabet duyusu bu kadar yaygın ve baskın olmasaydı,
kendinden daha kötü durumdakilerin varlığından haberdar olup haline şükretme
psikolojisiyle size yaklaşanların, başarılarınızla başa çıkamadığında engelinize
örtük yahut açık vurgu yapanların semptomatik davranışlarıyla muhtemelen bu
kadar çok ve şiddetli muhatap olmayacaktınız. Durum buyken açık ve kuvvetli bir
sistem eleştirisinden beslenmeyen, bedenin kendisiyle uğraşmaya sıkıştırılmış
bir sakatlık algısının kısırlığı kesin bir gerçek değil mi?
Toparlamak
gerekirse, bugün ‘engellilik’ alanında sürdürdüğümüz tüm tartışmaları gidimli
bir yöntemle irdelemek, sistemsel bir analizin içine yerleştirmeye çalışmak
zorundayız. ‘engellilik’ veya ‘körlük’ tek başına neredeyse hiç bir anlama
gelmez, dilbilimin alanına kabaca girersek boş gösterendir, bunlar ancak onları
nasıl deneyimlediğimize göre anlamlarını kazanırlar. Bu deneyimlerimizi nasıl
süreceğimiz ise içinde yaşadığımız topluma, erişebildiklerimize ve
erişemediklerimize bağlıdır.