25 Nisan 2023

Beden Olumlama Ritüellerine Sıkıştırılmış Bir Engelli Aktivizmi

Beden Olumlama Ritüellerine Sıkıştırılmış Bir Engelli Aktivizmi

 

Elif Nur Aybaş

 

(Bu yazı ilk olarak Yeni E Dergisi’nin 69. Sayısında yayımlanmıştır.)

Sakatlığın/engelliliğin sosyal bilimlerin bir araştırma alanına dönüşmesi oldukça yeni. Hayli tartışmalı olduğu söylenebilirse de, bugün literatürde 1970li yılların engellilerin öz örgütlenme pratikleri, engellilere yönelik hukuki ve çevresel düzenlemelere ilişkin taleplerin çeşitli biçimlerde dillendirilmesi açılarından hemen hemen dönüm noktası olduğu yaygınlıkla Kabul edilir. Bu tarihselleştirme girişimine göre, sokak eylemleri, kamu kurumlarının işgali veya lobicilik faaliyetleri gibi çeşitli biçimlerde politize olan sakat hareketini, bu on yılın sonunda, sakatlık çalışmalarının akademinin ilgi alanına girmesi takip eder. Burada Birinci Dünya Savaşından önce İngiltere’de ve Büyük Buhran’dan sonra ABD’de özellikle işçiler arasında örgütlenen ve kendilerini sosyalist addeden kimi engelli örgütlenmelerinin varlığını hatırlatarak bu tarih anlatısına şerh düşelim. Bense bu yazıda sakatlık çalışmalarındaki belli eğilimlere ve bunların politik uzantılarına eleştirel bir gözle bakmayı denemek istiyorum. Aslında sosyal bilimler içinden gelen kişiler kolaylıkla başka sosyal hareketler içindeki benzer eğilimleri görecek ve kapitalizmin şu aşamasında dünyanın tecrübe ettiği sosyopolitik dönüşümü sakat hareketi üzerinden de takip edeceklerdir. Bu kişilere de benzer tartışmalara bu sefer sakatlık alanından bakmaları için bir fırsat oluşturmuş olmayı umuyorum. Sakatlık çalışmalarının sosyal bilimlerin alanına İlk olarak sosyal model ile girdiğini söyleyebiliriz. Sosyal model, sakatlığın salt biyolojik bir durum olmadığını iddia eder; kurumsal, hukuki ve çevresel düzenlemelerin sakatlık deneyimindeki rolüne işaret ederek onu politize eden ilk eğilim olarak ortaya çıkar. Özellikle sakatlar arasında bu yaklaşım güçlü bir destek bulur. Bir süre sonra, bu sefer bedenin normalliğini ve normallik algısını tartışmaya açmayı hedefleyen ikinci bir dalga sakatlık çalışmalarında ve sakatlar arasında geniş bir yankı uyandırır. Buna göre normallik ve sakatlık ancak bir referans noktasına göre belirlenebilir ve bu referans noktası ise, tıbbi bir teşhis değildir, tarihsel, toplumsal ve politik birtakım süreçlerin ürünüdür. Bunun en güzel örneğini engelliliğin raporlandırılmasına ilişkin mekanizmaların keyfiliği verir: bu raporlandırmalar aslında son derece politize bir ölçeklendirmeye tabidir. Normalliğin inşasına daire çalışmalarda da belli başlı iki eğilimin olduğunu söyleyebiliriz: bunlardan biri, bir çeşit aydınlanmacılık ve ulus devlet eleştirisinden hareketle, normalliğin inşasındaki kurumsal ve tarihsel formasyonları analiz etmeyi hedefler. Öte yandan başka bir eğilim ise, engelliliğin bir ‘yeti farkı’ olduğu fikrinden hareketle, bir bakıma sakat bedenin olumlanmasına, onurunu geri kazanmasına, sakatların sakatlıklarını kimliklerinin bir parçası olarak kabullenmelerine odaklanır. Normallik çalışmalarının sosyal modelin reddi anlamına geldiği söylenemez asla elbet ancak odağın çevresel olandan bedene doğru kaydığı da görülecektir. Bunun ise, kapitalizmin geldiği aşamada muhalif ideolojinin geçirdiği dönüşümün bir uzantısı olduğu açık. İşte bugün sakatlık alanında yürüttüğümüz birçok tartışma, birçok uzlaşmazlık aslında bu ideolojik formasyona ilişkin farklı pozisyonlar alınmasından besleniyor.

Peki ya bütün bunlar ‘engelliler’ için ne anlama geliyor? Konuya girebilmek için önce yazıyı çok daha deneyimsel bir tona çekeceğim ve birkaç örnek vereceğim, birçok engelli için ortak olduğunu sandığım, günlük yaşama dair örnekler. Farz edelim bir görme engellisiniz ve şehir içinde bir yere gitmeniz gerekiyor. Yine farz edelim bağımsız hareketiniz çok güçlü değil, gideceğiniz rotayı iyi bilmiyorsunuz ya da bir sebepten bu rotada güvende hissetmiyorsunuz. Şehir içi ulaşımda birkaç seçeneğiniz var: toplu taşıma, yürüme ve taksi. Eğer toplu taşımayı seçerseniz, bildik zorluklarla uğraşmak zorundasınız, durak kaçırma riski, otobüsün hangisi olduğunu anlamaktaki zorluk vs… Dahası bu seçenekte asıl varış noktasıyla indiğiniz durak arasında veya aktarma yapılacaksa aktarma sırasında yukarıda söz konusu olan çekinceler hala vardığını sürdürüyor. Bununla birlikte yardım almak zorunda kalabilirsiniz ve bu da tahmin edilebileceği gibi kolayca bir yüke dönüşebilir. İhtiyacınız olan yardımı tam olarak ifade edemeyebilirsiniz, karşınızdaki kişinin tavrından rahatsız olabilirsiniz veya o anda belki kimseyle muhatap olmak istemiyorsunuzdur. Bu durumda taksi güçlü ve güzel bir seçenek olarak beliriyor ama bilin bakalım ne yok? Para! Eğer taksiye binebilseydiniz kolaylıkla bir takım fiziksel, psikolojik veya sosyal bariyeri aşabilirdiniz. Gerçi pekâlâ taksici canınızı sıkacak bir konuşmaya girişmiş olabilirdi ama bir yardım değil hizmet aldığınızın farkında olmak elinizi maruz kalma riski altında olduğunuz taciz karşısında epeyce güçlendirirdi. Evet, eğer paranız varsa yardım değil hizmet alırsınız ve hizmeti ihtiyaçlarınızı daha uygun ve daha doğru şekilde gidermek üzere organize etmek çok daha mümkündür.

Başka bir örnek: alışveriş yapmak istiyorsunuz. Fiziksel olarak bir markete gidebilirsiniz. Kasiyere yaklaşıp size yardım edip edemeyeceklerini sorarsınız. Görevli gelir ve size ne almak istediğinizi sorar. O da ne! Tam olarak ne alacağınızı bilmiyor musunuz? Görevli size nasıl bütün marketi saysın? EEE, o da çalışan en nihayetinde, işinin başına dönmek zorunda bir noktada! Açıkçası bir göreninkine eş, hiçbir baskı altında kalmadan kullanabileceğiniz ‘reyonlar arasında serbestçe ve saatlerce gezme’ hakkına sahip değilsiniz. Ama eğer bir tık yüksek ücrete ve getirme komisyonuna razı olursanız online platformlar aracılığıyla bu hakkı elde edebilirsiniz; ve üstelik yalnızca hizmet almış olursunuz! Burada uzun uzun uygulama analizi ve karşılaştırması yapmayacağım. Sanırım demek istediğim temel olarak anlaşılıyor.

Erişilebilirliğin parayla, finansal kaynaklarla ne kadar ilişkili olduğuna dair çok başka örnekler verilebilir, hepimiz bunu bizzat ve çeşitli ölçülerde deneyimliyoruz. Örneğin, daha ucuz seçeneklere rağmen birçok engelli grubu, özelleşmiş yazılımsal destekleri dolayısıyla, belli teknoloji markalarına neredeyse mahkûm. Paramız varsa bize kişisel asistanlık yapabilecek birilerine ulaşabiliriz, bütün o yardımları bir anda bir hizmete dönüştürebiliriz. Yahut ev içinde bize destek olabilecek bir yardımcının ücretini ödeyerek ev içi erişilebilirlikle ilgili bütün yüklerden bir anda kurtulabiliriz. İşin bir boyutu maddi ve fiziksel elbette: bu şekilde zamandan, enerjiden, zihinsel ve fiziksel emekten tasarruf edebiliriz; yorgunluktan ve stresten belli düzeylerde kaçınabiliriz. Bir iş yaparken temkinli olmak için daha yavaş hareket etmek ya da örneğin yaptığımız temizlikten emin olmak için aynı noktadan birkaç kere geçmek örneklerinde olduğu gibi, körlüğün ya da sakatlığın çoğu zaman ekstra zaman, enerji kaybı anlamına geldiğinde sanırım çoğunlukla hemfikir olacağızdır. Öte yandan sürekli yardım alıyor olduğunuz açık ya da örtük bilincinin çocukluktan beri adım adım oluşturduğunuz benliğinize ve sosyal varlığınıza, çevrelendiğiniz sosyal ağa ne denli köklü işlemiş olabileceğini düşünün bir de. Sakat uzuvlar etrafında kurulan bu kişisel trajedi hikayesinin aslında pekâlâ bir kaynak sorunu olduğunu fark ettiğiniz anda artık o trajedi eski tadını vermeyecektir asla.

Şimdi, işin başka bir boyutuna geçmek istiyorum: istihdam. Diyelim ki en güzel üniversitelerden birinde okudunuz ve özel sektörde çalışmak istiyorsunuz. Senaryoya şöyle bir bakalım. Hiç şüphesiz özel sektörde çalışan engelli sayısı, özellikle devletin kontenjan politikalarından sonra ve bilgisayar teknolojilerinin ilerlemesine bağlı olarak arttı. Ancak yine de engellilerin emeğinin engelli olmayanlarla aynı rekabet koşullarına sahip olmadığı kesin değil mi? Bugün Engellilerin emeği çoğunlukla erişilebilirlik alanına sıkıştırılıyor, engelliler engelliler için çalışıyor. Ki bu ise takdir edersiniz ki ancak engellilerin bir kısmının istihdam edilebileceği bir alan. Herkes erişilebilirlikle ilgili bir iş yapsa, bu alanın muhatabı kim olacak? Eşit becerilere sahip engelli ve engelsiz kişiler arasında işveren bir tercih yapmak durumunda kaldığında, kontenjan gibi bir devlet dayatması olmadığı müddetçe, eğilimin hangi yönde olacağı kesin. Öte yandan bir şekilde farklı sektörler veya departmanlarda işe girebilenler terfi konusunda çok kere haksızlığa uğruyor. O kadar yaygın hikayeler ki bunlar, kişisel değil yapısal bir sorun olduğunu artık Kabul etmek zorundayız. Diyelim ki, bütün bunlara rağmen özel sektöre ilişkin bir takım başarı hikayeleri var. Yine de şunu iç rahatlığıyla söyleyebiliriz: kişisel kahramanlık hikayeleri ancak semptomdur, istisnadır, yapının doğal sonuçları değildirler. Zaten bu kişilerin kahraman olarak görülmeleri de buradan gelir. İstisnalar kaideyi bozmaz. Her ne kadar ‘kişisel kahramanlıklar’ asrında yaşıyorsak da kişisel kahramanlıkların, çeşitli tesadüfeler ve şansların toplamı olduğunu söylemeliyiz. Dahası bu kişisel başarılar bir şekilde söz konusu olabildiği için, çok açık yapısal sebeplerden mağdur olan başka engellilerin hikayelerini göz ardı edebilir miyiz?

Akademi veya kamu sektörü için de benzer senaryolar kolaylıkla oluşturulabilir. Peki ya bütün bunlar ne anlama geliyor? Engelliyseniz muhtemelen tam olarak becerilerinize ve yeteneklerinize uygun bir işte istihdam edilmeyeceksiniz. Yahut bir noktada kariyer basamaklarında tıkanıp kalacaksınız. Yani engelli olmayan bir benzerinize göre muhtemelen daha az kazanacaksınız. Erişilebilirliğin paraya bağımlılığı yetmezmiş gibi engelli olduğunuz için paraya erişiminiz de güçleşti! Dahası maddi kaynaklara dair bu sorun sosyopsikolojik olarak da sizin için oldukça kurucu, hatta belki de en büyük travmalarınızın kaynağı!

Sosyal modelin kurucusu Mike Oliver bir akademisyen aynı zamanda. Ona göre sağırlar, körler veya fiziksel engelliler gibi gerçekte hem ihtiyaçları hem de karşılaştıkları sorunlar bakımından bu denli çeşitli bir grubu engellilik gibi şemsiye bir terim altında toparlamak endüstri devrimi ile ortaya çıkıyor. Oliver tezlerini açıklayabilmek için 19. Yüzyılda en ağır sanayileşme tecrübelerinden birini yaşayan İngiltere’ye odaklanıyor: fabrikalardaki iş koşulları çok ağır, makineler çok büyük ve tehlikeli, çalışma saatleri 12 saate dayanıyor, tezgâhlar çocuk işçilerle dolu ve ücretler çok az. Britanya’da bütün hayat fabrikaların, sanayileşme hülyalarının çevresinde kurulmuş durumda. Ancak bu çalışma koşullarına bir türlü uyamayanlar var: körler, sağırlar, tekerlekli sandalye kullanıcıları vs. Özellikle endüstrileşmenin erken dönemlerine hâkim olan makineleşme ya da seri üretim tezgâhları herhangi bir şekilde başka fiziksel koşullara sahip olan kişiler için uygun veya esnetilebilir değil. Tüm sosyal yaşam gibi engelliler de işe katılımları üzerinden düşünülmeye, kategorize edilmeye başlanıyor. İşte İngilizcede ‘disability’ kelimesi de böylece ortaya çıkmış oluyor. Bugün de benzer biçimde engel raporları bir tıbbi teşhis olarak değil iş görürlük, iş gücüne katılımın tespiti olarak düzenleniyor.

Oliver, sosyal model ile basitçe bir teori kurmuyor aslında. Bize engelliliği düşünürken başvuracağımız bir yöntem gösteriyor. Bu yöntem dış koşullara yönelik eleştirel ve analitik bir bakış geliştirmek, bu koşulların ‘engelliler’ açısından ne tür psikolojik, sosyolojik veya fiziksel tecrübelere yol açtığını teşhir etmek anlamına geliyor. ‘Yeti farkı’ jargonu, engelliliği basitçe bedensel bir tecrübeye indirgeyerek bayağı bir farklılık övgüsüne varıyor. O yüzden bugün ‘engellilik’ üzerine düşünmek, eleştirel bir tavır geliştirmek isteyen herkes dış koşullara referans vermek, bir çeşit sistem eleştirisi yapmak zorunda. Paranın ve rekabetin asrında yaşıyoruz, hayatlarımız finans kapitalin ihtiyaçları doğrultusunda kurgulanıyor. Bu kadar açık bir gerçeği bilmem tekrar ve tekrar teşhir etmeye çalışmaya gerek var mı? Sağlık, iyi beslenme dahil bütün haklara erişim finansal kaynaklarımıza bağlı ancak finansal kaynaklar asla eşit dağılmıyor. Ömürler hayat koşullarını bir parça daha iyileştirebilmek yolunda tüketiliyor. Bu yalnızca ekonomik bir olgu da değil iç dünyamız da bu gerçekler tarafından belirleniyor kuvvetle. Sınavlarda, iş arama süreçlerinde birçok insan yoğun strese maruz kalıyor, kimisi bu stresle başa da çıkamıyor. Her türden başarısızlık kişisel bir yıkıma dönüşüyor ve üzerimize çöküyor. Rekabete bağlı olarak sürekli yetersizlik duygusuyla başa çıkmak zorunda kalıyoruz. Eşitlerin değil daha iyinin veya kötünün, daha başarılının veya başarısızın, daha çok veya daha az kazananın çağında yaşıyoruz. Çağ bu olunca da birilerinin muhakkak daha az kazanması, daha az başarılı olması gerekiyor. İşte böyle bir çağ altı üstü tutmayan bir koldan bu denli dehşetli bir trajedi devşiriyor.

Maalesef böyle bir sistemin en dezavantajlı gruplarından biri engelliler. Bugün engellilerin ihtiyaç duyduğu yardımcı teknolojiler oldukça pahalı çünkü bu ürünler kitlesel tüketimin nesnesi değiller, pazar oldukça dar. Yine aynı sebepten ARGE çalışmalarına yapılan yatırım oldukça kısıtlı. Bütün bunların yanında bayağı bir pazarlama stratejisinden ibaret olan birçok sosyal sorumluluk projesi kamu ve özel kurumları, sivil toplum kuruluşlarını işgal etmiş durumda. Şu şartlar altında sakatlığın bir kaynak ve yönetim sorunu olduğu açık bir gerçek. Evet, işte, paranız olsaydı taksiye binecek, uygulamadan market siparişi verecek ve son sürüm telefonunuzu, bilgisayarınızı alacaktınız, o zaman körlük o kadar da bir dert olmayacaktı. Paranız olsaydı kimse ile yardım ilişkisi kurmayacaktınız. Toplumsal rekabet duyusu bu kadar yaygın ve baskın olmasaydı, kendinden daha kötü durumdakilerin varlığından haberdar olup haline şükretme psikolojisiyle size yaklaşanların, başarılarınızla başa çıkamadığında engelinize örtük yahut açık vurgu yapanların semptomatik davranışlarıyla muhtemelen bu kadar çok ve şiddetli muhatap olmayacaktınız. Durum buyken açık ve kuvvetli bir sistem eleştirisinden beslenmeyen, bedenin kendisiyle uğraşmaya sıkıştırılmış bir sakatlık algısının kısırlığı kesin bir gerçek değil mi?

Toparlamak gerekirse, bugün ‘engellilik’ alanında sürdürdüğümüz tüm tartışmaları gidimli bir yöntemle irdelemek, sistemsel bir analizin içine yerleştirmeye çalışmak zorundayız. ‘engellilik’ veya ‘körlük’ tek başına neredeyse hiç bir anlama gelmez, dilbilimin alanına kabaca girersek boş gösterendir, bunlar ancak onları nasıl deneyimlediğimize göre anlamlarını kazanırlar. Bu deneyimlerimizi nasıl süreceğimiz ise içinde yaşadığımız topluma, erişebildiklerimize ve erişemediklerimize bağlıdır.