25 Nisan 2023

Beden Olumlama Ritüellerine Sıkıştırılmış Bir Engelli Aktivizmi

Beden Olumlama Ritüellerine Sıkıştırılmış Bir Engelli Aktivizmi

 

Elif Nur Aybaş

 

(Bu yazı ilk olarak Yeni E Dergisi’nin 69. Sayısında yayımlanmıştır.)

Sakatlığın/engelliliğin sosyal bilimlerin bir araştırma alanına dönüşmesi oldukça yeni. Hayli tartışmalı olduğu söylenebilirse de, bugün literatürde 1970li yılların engellilerin öz örgütlenme pratikleri, engellilere yönelik hukuki ve çevresel düzenlemelere ilişkin taleplerin çeşitli biçimlerde dillendirilmesi açılarından hemen hemen dönüm noktası olduğu yaygınlıkla Kabul edilir. Bu tarihselleştirme girişimine göre, sokak eylemleri, kamu kurumlarının işgali veya lobicilik faaliyetleri gibi çeşitli biçimlerde politize olan sakat hareketini, bu on yılın sonunda, sakatlık çalışmalarının akademinin ilgi alanına girmesi takip eder. Burada Birinci Dünya Savaşından önce İngiltere’de ve Büyük Buhran’dan sonra ABD’de özellikle işçiler arasında örgütlenen ve kendilerini sosyalist addeden kimi engelli örgütlenmelerinin varlığını hatırlatarak bu tarih anlatısına şerh düşelim. Bense bu yazıda sakatlık çalışmalarındaki belli eğilimlere ve bunların politik uzantılarına eleştirel bir gözle bakmayı denemek istiyorum. Aslında sosyal bilimler içinden gelen kişiler kolaylıkla başka sosyal hareketler içindeki benzer eğilimleri görecek ve kapitalizmin şu aşamasında dünyanın tecrübe ettiği sosyopolitik dönüşümü sakat hareketi üzerinden de takip edeceklerdir. Bu kişilere de benzer tartışmalara bu sefer sakatlık alanından bakmaları için bir fırsat oluşturmuş olmayı umuyorum. Sakatlık çalışmalarının sosyal bilimlerin alanına İlk olarak sosyal model ile girdiğini söyleyebiliriz. Sosyal model, sakatlığın salt biyolojik bir durum olmadığını iddia eder; kurumsal, hukuki ve çevresel düzenlemelerin sakatlık deneyimindeki rolüne işaret ederek onu politize eden ilk eğilim olarak ortaya çıkar. Özellikle sakatlar arasında bu yaklaşım güçlü bir destek bulur. Bir süre sonra, bu sefer bedenin normalliğini ve normallik algısını tartışmaya açmayı hedefleyen ikinci bir dalga sakatlık çalışmalarında ve sakatlar arasında geniş bir yankı uyandırır. Buna göre normallik ve sakatlık ancak bir referans noktasına göre belirlenebilir ve bu referans noktası ise, tıbbi bir teşhis değildir, tarihsel, toplumsal ve politik birtakım süreçlerin ürünüdür. Bunun en güzel örneğini engelliliğin raporlandırılmasına ilişkin mekanizmaların keyfiliği verir: bu raporlandırmalar aslında son derece politize bir ölçeklendirmeye tabidir. Normalliğin inşasına daire çalışmalarda da belli başlı iki eğilimin olduğunu söyleyebiliriz: bunlardan biri, bir çeşit aydınlanmacılık ve ulus devlet eleştirisinden hareketle, normalliğin inşasındaki kurumsal ve tarihsel formasyonları analiz etmeyi hedefler. Öte yandan başka bir eğilim ise, engelliliğin bir ‘yeti farkı’ olduğu fikrinden hareketle, bir bakıma sakat bedenin olumlanmasına, onurunu geri kazanmasına, sakatların sakatlıklarını kimliklerinin bir parçası olarak kabullenmelerine odaklanır. Normallik çalışmalarının sosyal modelin reddi anlamına geldiği söylenemez asla elbet ancak odağın çevresel olandan bedene doğru kaydığı da görülecektir. Bunun ise, kapitalizmin geldiği aşamada muhalif ideolojinin geçirdiği dönüşümün bir uzantısı olduğu açık. İşte bugün sakatlık alanında yürüttüğümüz birçok tartışma, birçok uzlaşmazlık aslında bu ideolojik formasyona ilişkin farklı pozisyonlar alınmasından besleniyor.

Peki ya bütün bunlar ‘engelliler’ için ne anlama geliyor? Konuya girebilmek için önce yazıyı çok daha deneyimsel bir tona çekeceğim ve birkaç örnek vereceğim, birçok engelli için ortak olduğunu sandığım, günlük yaşama dair örnekler. Farz edelim bir görme engellisiniz ve şehir içinde bir yere gitmeniz gerekiyor. Yine farz edelim bağımsız hareketiniz çok güçlü değil, gideceğiniz rotayı iyi bilmiyorsunuz ya da bir sebepten bu rotada güvende hissetmiyorsunuz. Şehir içi ulaşımda birkaç seçeneğiniz var: toplu taşıma, yürüme ve taksi. Eğer toplu taşımayı seçerseniz, bildik zorluklarla uğraşmak zorundasınız, durak kaçırma riski, otobüsün hangisi olduğunu anlamaktaki zorluk vs… Dahası bu seçenekte asıl varış noktasıyla indiğiniz durak arasında veya aktarma yapılacaksa aktarma sırasında yukarıda söz konusu olan çekinceler hala vardığını sürdürüyor. Bununla birlikte yardım almak zorunda kalabilirsiniz ve bu da tahmin edilebileceği gibi kolayca bir yüke dönüşebilir. İhtiyacınız olan yardımı tam olarak ifade edemeyebilirsiniz, karşınızdaki kişinin tavrından rahatsız olabilirsiniz veya o anda belki kimseyle muhatap olmak istemiyorsunuzdur. Bu durumda taksi güçlü ve güzel bir seçenek olarak beliriyor ama bilin bakalım ne yok? Para! Eğer taksiye binebilseydiniz kolaylıkla bir takım fiziksel, psikolojik veya sosyal bariyeri aşabilirdiniz. Gerçi pekâlâ taksici canınızı sıkacak bir konuşmaya girişmiş olabilirdi ama bir yardım değil hizmet aldığınızın farkında olmak elinizi maruz kalma riski altında olduğunuz taciz karşısında epeyce güçlendirirdi. Evet, eğer paranız varsa yardım değil hizmet alırsınız ve hizmeti ihtiyaçlarınızı daha uygun ve daha doğru şekilde gidermek üzere organize etmek çok daha mümkündür.

Başka bir örnek: alışveriş yapmak istiyorsunuz. Fiziksel olarak bir markete gidebilirsiniz. Kasiyere yaklaşıp size yardım edip edemeyeceklerini sorarsınız. Görevli gelir ve size ne almak istediğinizi sorar. O da ne! Tam olarak ne alacağınızı bilmiyor musunuz? Görevli size nasıl bütün marketi saysın? EEE, o da çalışan en nihayetinde, işinin başına dönmek zorunda bir noktada! Açıkçası bir göreninkine eş, hiçbir baskı altında kalmadan kullanabileceğiniz ‘reyonlar arasında serbestçe ve saatlerce gezme’ hakkına sahip değilsiniz. Ama eğer bir tık yüksek ücrete ve getirme komisyonuna razı olursanız online platformlar aracılığıyla bu hakkı elde edebilirsiniz; ve üstelik yalnızca hizmet almış olursunuz! Burada uzun uzun uygulama analizi ve karşılaştırması yapmayacağım. Sanırım demek istediğim temel olarak anlaşılıyor.

Erişilebilirliğin parayla, finansal kaynaklarla ne kadar ilişkili olduğuna dair çok başka örnekler verilebilir, hepimiz bunu bizzat ve çeşitli ölçülerde deneyimliyoruz. Örneğin, daha ucuz seçeneklere rağmen birçok engelli grubu, özelleşmiş yazılımsal destekleri dolayısıyla, belli teknoloji markalarına neredeyse mahkûm. Paramız varsa bize kişisel asistanlık yapabilecek birilerine ulaşabiliriz, bütün o yardımları bir anda bir hizmete dönüştürebiliriz. Yahut ev içinde bize destek olabilecek bir yardımcının ücretini ödeyerek ev içi erişilebilirlikle ilgili bütün yüklerden bir anda kurtulabiliriz. İşin bir boyutu maddi ve fiziksel elbette: bu şekilde zamandan, enerjiden, zihinsel ve fiziksel emekten tasarruf edebiliriz; yorgunluktan ve stresten belli düzeylerde kaçınabiliriz. Bir iş yaparken temkinli olmak için daha yavaş hareket etmek ya da örneğin yaptığımız temizlikten emin olmak için aynı noktadan birkaç kere geçmek örneklerinde olduğu gibi, körlüğün ya da sakatlığın çoğu zaman ekstra zaman, enerji kaybı anlamına geldiğinde sanırım çoğunlukla hemfikir olacağızdır. Öte yandan sürekli yardım alıyor olduğunuz açık ya da örtük bilincinin çocukluktan beri adım adım oluşturduğunuz benliğinize ve sosyal varlığınıza, çevrelendiğiniz sosyal ağa ne denli köklü işlemiş olabileceğini düşünün bir de. Sakat uzuvlar etrafında kurulan bu kişisel trajedi hikayesinin aslında pekâlâ bir kaynak sorunu olduğunu fark ettiğiniz anda artık o trajedi eski tadını vermeyecektir asla.

Şimdi, işin başka bir boyutuna geçmek istiyorum: istihdam. Diyelim ki en güzel üniversitelerden birinde okudunuz ve özel sektörde çalışmak istiyorsunuz. Senaryoya şöyle bir bakalım. Hiç şüphesiz özel sektörde çalışan engelli sayısı, özellikle devletin kontenjan politikalarından sonra ve bilgisayar teknolojilerinin ilerlemesine bağlı olarak arttı. Ancak yine de engellilerin emeğinin engelli olmayanlarla aynı rekabet koşullarına sahip olmadığı kesin değil mi? Bugün Engellilerin emeği çoğunlukla erişilebilirlik alanına sıkıştırılıyor, engelliler engelliler için çalışıyor. Ki bu ise takdir edersiniz ki ancak engellilerin bir kısmının istihdam edilebileceği bir alan. Herkes erişilebilirlikle ilgili bir iş yapsa, bu alanın muhatabı kim olacak? Eşit becerilere sahip engelli ve engelsiz kişiler arasında işveren bir tercih yapmak durumunda kaldığında, kontenjan gibi bir devlet dayatması olmadığı müddetçe, eğilimin hangi yönde olacağı kesin. Öte yandan bir şekilde farklı sektörler veya departmanlarda işe girebilenler terfi konusunda çok kere haksızlığa uğruyor. O kadar yaygın hikayeler ki bunlar, kişisel değil yapısal bir sorun olduğunu artık Kabul etmek zorundayız. Diyelim ki, bütün bunlara rağmen özel sektöre ilişkin bir takım başarı hikayeleri var. Yine de şunu iç rahatlığıyla söyleyebiliriz: kişisel kahramanlık hikayeleri ancak semptomdur, istisnadır, yapının doğal sonuçları değildirler. Zaten bu kişilerin kahraman olarak görülmeleri de buradan gelir. İstisnalar kaideyi bozmaz. Her ne kadar ‘kişisel kahramanlıklar’ asrında yaşıyorsak da kişisel kahramanlıkların, çeşitli tesadüfeler ve şansların toplamı olduğunu söylemeliyiz. Dahası bu kişisel başarılar bir şekilde söz konusu olabildiği için, çok açık yapısal sebeplerden mağdur olan başka engellilerin hikayelerini göz ardı edebilir miyiz?

Akademi veya kamu sektörü için de benzer senaryolar kolaylıkla oluşturulabilir. Peki ya bütün bunlar ne anlama geliyor? Engelliyseniz muhtemelen tam olarak becerilerinize ve yeteneklerinize uygun bir işte istihdam edilmeyeceksiniz. Yahut bir noktada kariyer basamaklarında tıkanıp kalacaksınız. Yani engelli olmayan bir benzerinize göre muhtemelen daha az kazanacaksınız. Erişilebilirliğin paraya bağımlılığı yetmezmiş gibi engelli olduğunuz için paraya erişiminiz de güçleşti! Dahası maddi kaynaklara dair bu sorun sosyopsikolojik olarak da sizin için oldukça kurucu, hatta belki de en büyük travmalarınızın kaynağı!

Sosyal modelin kurucusu Mike Oliver bir akademisyen aynı zamanda. Ona göre sağırlar, körler veya fiziksel engelliler gibi gerçekte hem ihtiyaçları hem de karşılaştıkları sorunlar bakımından bu denli çeşitli bir grubu engellilik gibi şemsiye bir terim altında toparlamak endüstri devrimi ile ortaya çıkıyor. Oliver tezlerini açıklayabilmek için 19. Yüzyılda en ağır sanayileşme tecrübelerinden birini yaşayan İngiltere’ye odaklanıyor: fabrikalardaki iş koşulları çok ağır, makineler çok büyük ve tehlikeli, çalışma saatleri 12 saate dayanıyor, tezgâhlar çocuk işçilerle dolu ve ücretler çok az. Britanya’da bütün hayat fabrikaların, sanayileşme hülyalarının çevresinde kurulmuş durumda. Ancak bu çalışma koşullarına bir türlü uyamayanlar var: körler, sağırlar, tekerlekli sandalye kullanıcıları vs. Özellikle endüstrileşmenin erken dönemlerine hâkim olan makineleşme ya da seri üretim tezgâhları herhangi bir şekilde başka fiziksel koşullara sahip olan kişiler için uygun veya esnetilebilir değil. Tüm sosyal yaşam gibi engelliler de işe katılımları üzerinden düşünülmeye, kategorize edilmeye başlanıyor. İşte İngilizcede ‘disability’ kelimesi de böylece ortaya çıkmış oluyor. Bugün de benzer biçimde engel raporları bir tıbbi teşhis olarak değil iş görürlük, iş gücüne katılımın tespiti olarak düzenleniyor.

Oliver, sosyal model ile basitçe bir teori kurmuyor aslında. Bize engelliliği düşünürken başvuracağımız bir yöntem gösteriyor. Bu yöntem dış koşullara yönelik eleştirel ve analitik bir bakış geliştirmek, bu koşulların ‘engelliler’ açısından ne tür psikolojik, sosyolojik veya fiziksel tecrübelere yol açtığını teşhir etmek anlamına geliyor. ‘Yeti farkı’ jargonu, engelliliği basitçe bedensel bir tecrübeye indirgeyerek bayağı bir farklılık övgüsüne varıyor. O yüzden bugün ‘engellilik’ üzerine düşünmek, eleştirel bir tavır geliştirmek isteyen herkes dış koşullara referans vermek, bir çeşit sistem eleştirisi yapmak zorunda. Paranın ve rekabetin asrında yaşıyoruz, hayatlarımız finans kapitalin ihtiyaçları doğrultusunda kurgulanıyor. Bu kadar açık bir gerçeği bilmem tekrar ve tekrar teşhir etmeye çalışmaya gerek var mı? Sağlık, iyi beslenme dahil bütün haklara erişim finansal kaynaklarımıza bağlı ancak finansal kaynaklar asla eşit dağılmıyor. Ömürler hayat koşullarını bir parça daha iyileştirebilmek yolunda tüketiliyor. Bu yalnızca ekonomik bir olgu da değil iç dünyamız da bu gerçekler tarafından belirleniyor kuvvetle. Sınavlarda, iş arama süreçlerinde birçok insan yoğun strese maruz kalıyor, kimisi bu stresle başa da çıkamıyor. Her türden başarısızlık kişisel bir yıkıma dönüşüyor ve üzerimize çöküyor. Rekabete bağlı olarak sürekli yetersizlik duygusuyla başa çıkmak zorunda kalıyoruz. Eşitlerin değil daha iyinin veya kötünün, daha başarılının veya başarısızın, daha çok veya daha az kazananın çağında yaşıyoruz. Çağ bu olunca da birilerinin muhakkak daha az kazanması, daha az başarılı olması gerekiyor. İşte böyle bir çağ altı üstü tutmayan bir koldan bu denli dehşetli bir trajedi devşiriyor.

Maalesef böyle bir sistemin en dezavantajlı gruplarından biri engelliler. Bugün engellilerin ihtiyaç duyduğu yardımcı teknolojiler oldukça pahalı çünkü bu ürünler kitlesel tüketimin nesnesi değiller, pazar oldukça dar. Yine aynı sebepten ARGE çalışmalarına yapılan yatırım oldukça kısıtlı. Bütün bunların yanında bayağı bir pazarlama stratejisinden ibaret olan birçok sosyal sorumluluk projesi kamu ve özel kurumları, sivil toplum kuruluşlarını işgal etmiş durumda. Şu şartlar altında sakatlığın bir kaynak ve yönetim sorunu olduğu açık bir gerçek. Evet, işte, paranız olsaydı taksiye binecek, uygulamadan market siparişi verecek ve son sürüm telefonunuzu, bilgisayarınızı alacaktınız, o zaman körlük o kadar da bir dert olmayacaktı. Paranız olsaydı kimse ile yardım ilişkisi kurmayacaktınız. Toplumsal rekabet duyusu bu kadar yaygın ve baskın olmasaydı, kendinden daha kötü durumdakilerin varlığından haberdar olup haline şükretme psikolojisiyle size yaklaşanların, başarılarınızla başa çıkamadığında engelinize örtük yahut açık vurgu yapanların semptomatik davranışlarıyla muhtemelen bu kadar çok ve şiddetli muhatap olmayacaktınız. Durum buyken açık ve kuvvetli bir sistem eleştirisinden beslenmeyen, bedenin kendisiyle uğraşmaya sıkıştırılmış bir sakatlık algısının kısırlığı kesin bir gerçek değil mi?

Toparlamak gerekirse, bugün ‘engellilik’ alanında sürdürdüğümüz tüm tartışmaları gidimli bir yöntemle irdelemek, sistemsel bir analizin içine yerleştirmeye çalışmak zorundayız. ‘engellilik’ veya ‘körlük’ tek başına neredeyse hiç bir anlama gelmez, dilbilimin alanına kabaca girersek boş gösterendir, bunlar ancak onları nasıl deneyimlediğimize göre anlamlarını kazanırlar. Bu deneyimlerimizi nasıl süreceğimiz ise içinde yaşadığımız topluma, erişebildiklerimize ve erişemediklerimize bağlıdır.

  

25 Haziran 2018

Uçucu Kentlilik Kalıcı Körlük


Uçucu Kentlilik Kalıcı Körlük
Çağrı Doğan* Mekanda Adalet ve Sakatlık sayısında kaleme aldığı yazısında teknolojik gelişmelerin, toplumsal yaşamda bireyleri eşitleyen potansiyeline odaklanıyor. Keyifli okumalar.

“Sabah ezanı okunmadan az önce Haydar Usta’yla Osman Adana’ya girdiler. O kadar çok ışık, o kadar çok ışık… Işıklar kurşun gibi ağır Haydar Usta’nın başına düştüler. Haydar Usta bir kere Ceyhan’a, bir kere Osmaniye’ye, bundan önce bir kere de Adana’ya gelmiş ama gece hiçbir şehirde kalmamış, elektrik ışığını görmemişti. Amma da çok ışık, ortalık gündüz gibi. Güneşi yüz bin parçaya bölmüşler getirmişler, bu şehrin her bir evine asmışlar. Bu bir köy değil, şehir değil, ışık tarlası. Vay anam avradım Adana gibi. Vay senin ananı avradını. Vay senin… Bir de uzun evler, gecenin içinden heyula gibi çıkan… Bir de bin gözlü devlere benzeyen üç kavak boyu evler. Başını kaldırıp da tepesine bakamazsın. Baksan göremezsin. Haydar Usta bu evlerden, bu ışıklardan, bu devlerden, uzayan, her an bambaşka olan, sallanan, koşan, dövüşen, her an yiten, sonra geriye gelen gölgelerden basbayağı ürktü. Şehrin sokaklarında birkaç adam yürüyorlardı. Haydar Usta onlara daldı. Yürümüyor koşuyorlardı. Bir hoş mavi çuvallar içinde. Bunlar da çuval giymişler diye geçirdi içinden Haydar Usta. Işıklı, kocaman, çok yüksek olmayan, bir dağ gibi genişlemesine yayılmış, oturmuş bir yapının önünden geçtiler. Yapının içinden bir gürültü, bir şakırtı, uğultu, gümbürtü geliyordu ki, aman Allah, kulakları sağır eden. Haydar Usta atını üzengiledi, gürültülü yapıdan hızla uzaklaştı…”
Binboğalar Efsanesi, Yaşar Kemal
İnsanlık, teknik geliştirmeye, alet yapmaya başladığı zamanlardan bu yana, sahip olduğu, çevresinde gördüğü ya da daha önce icat ettiği araçlara aktardığı yetilerin/işlevlerin katbekat fazlasını, geliştirdiği her yeni araca yüklemeye devam ediyor. Söz, yazı, kalem, daktilo, matbaa, radyo, televizyon, internet, bu tekniklerin iletişim süreçleriyle ilgili olanlarından. Her yeni araç ve teknik, zamansal, mekansal, sosyal alanı kendi mevcudiyeti için değiştirip dönüştürerek kendine uygun yeni insanı yaratıyor. Önceki insan, yetilerini geliştirdiği tekniğe aktarınca, bu yetiler sonraki insan için gereksiz hale geliyor ve zamanla zayıflıyor. Yazının, matbaanın yarattığı toplumsal süreçlerde hayatın bilgisini, görgüsünü, sevgisini nesilden nesle, mekandan mekana aktaracak Homeros’lara, hafızlara, aşıklara, dengbejlere gerek ve yer kalmıyor; ortaya, söz biriktirip söylemeyi, şiir dizmeyi, hikaye anlatmayı kağıtlara bırakmış, meydanın mürekkep yalayanlara, eli kalem tutanlara kaldığı, sözlü kültürün “kulaktan dolma” denerek küçümsendiği bir toplumsal yapı çıkıyor. Söz uçuyor, yazı kalıyor ve okullarla daha fazla insanı kapsıyor, lakin insanın söz belleyip uçurma yetisi de azalıyor. Buradan hareketle insanı, geliştirdiği her yeni teknikle birlikte yetilerini yitiren, kapasitesi zayıflayan canlı olarak tanımlamamız mümkün. Günümüz insanını, elinden arabasını, bilgisayarını alıp Demirci Haydar Usta’nın obasına ışınladığımızda, kahramanımızın düşeceği durumu tasavvur etmek zor değil.
“Kent”, “şehir” diye adlandırdığımız, yukarıda anlatmaya çalıştığım icat/yaratım süreçleriyle oluşan, değişen, dönüşen beşeri, ticari, sınai ve nihayet dijital bir mekan. İçinden geçtiğimiz dönemde, insanın kaydetme, kavrama, işleme, yorumlama kapasitesinin çok üstünde bir veriyle iştigal edebilen elektronik bellek, “yapay zeka” ve algoritmaların, insanı ve onun daha önceki yaratımlarından olan kenti değiştirmeye, dönüştürmeye devam ettiğine tanıklık ediyoruz.
Kente ve kent yaşamına dair bilginin dijital belleklerde tutulduğu, dijital ortamlarda işlendiği koşullarda, kentin insanı da, bir yerden başka bir yere nasıl gideceğini, yapması gereken egzersizleri, ne yiyip içeceğini, kiminle ne zaman ne yapacağını ve daha bir sürü şeyi artık kendisinden daha akıllı hale gelmiş olan dijital uzantılarından öğreniyor; birlikte olabileceği kişileri o uzantılarında yüklü algoritmaların yönlendirmeleriyle seçiyor. Hareket etme, özellikle de uçma yetisi olan araçların yaygınlaşmasıyla kent içinde ve kentler arası yer değiştirme olanakları zenginleşirken, yazıyı sese, sesi yazıya, bir dili başka bir dile çevirebilen algoritmalar, mekanlar ya da kişiler arası mesafeyi ortadan kaldıran uygulamalar aracılığıyla, fiziksel olarak yer değiştirmeksizin, atmosferde dolaşan dijital dalgaların üzerinde salınarak, bulunduğu ortamdan kopup başka bir “gerçekliğe” dahil olabiliyor günümüz kentlisi. Mekanlar arası mesafe o denli silikleşiyor ki çevrimiçi olanlar, her an bir arada oldukları hissini yaşıyorlar. Zaten mekan da sabit kalmıyor, yeni inşaat tekniklerinin uygulama alanı olarak sürekli değişim halinde. Dahası, benzer tekniklerle inşa edilip tasarlandıkları için mekanlar da birbirine benziyor, farklı bir mekanda olmanın bir esprisi kalmıyor.
Sözün özü, dijitalleştikçe becerileri artan araçlar, dokundukları kişisel ve sosyal hayata dair tüm süreçleri dönüştürerek insanın ayağını yerden kesiyor; insan ile insan, insan ile mekan arasına yeni öğeler dahil oluyor. Öğelerinin, baş döndürücü bir hızla eş, iş, işlev, konum, statü, taraf, renk, boyut, versiyon değiştirebildiği dijital dünyada, bir yastıkta kocayacak kişilerin dahil olduğu ilişkilere, bir ömrün adandığı mesleklere, bir hayatın geçeceği konutlara, ölene dek taşınacak unvanlara da yer kalmıyor.
https://cdn-images-1.medium.com/max/2000/1*u79JK0if8kUUGuJof0BuAQ.jpeg
Yeni süreç, önceki insanın kök salabildiği, tutunabildiği, sığınabildiği zeminleri yeni insan için gereksiz kılıyor ve onu, her an değişmekte olan çokluğa dahil olabilmesi için hızla değişmeye, esnemeye zorluyor. Bununla birlikte, önceki dönemlerde dışlanan ya da tecrit edilen insanlar için içerilmeyi ima eden yeni anlamlar taşıyor. Dijital dünyada kör, sağır ya da tekerlekli sandalye kullanıcısı olan biri de, vakit darlığı ya da yorgunluk yaşayan biri de aynı mobil uygulamayı kullanarak alışveriş yapıyor; bankacılık işlemlerini aynı yazılım üzerinden yürütüyor örneğin. Sürücüsüz araba uygulaması hayata geçip yaygınlaştığında, şoför koltuğundakinin kör olup olmadığının bir önemi kalmayacak artık. Web chat uygulaması üzerinden, çalıştığı kuruluşun müşterisiyle sohbet eden çalışanın sakat olup olmadığını, nasıl göründüğünü, cinsiyetini, nerede olduğunu ve hatta karşımızdakinin insan olup olmadığını bilmemiz mümkün değil. Benzer şekilde, tekerlekli sandalye kullanan biri için asansör ne kadar gerekliyse, bir plazada çalışan ya da bir gökdelende oturan ve yürüme yetisine sahip biri için de o kadar gerekli. Günlük yaşamında tekerlekli araç kullanmadan yapamayan onca insanın, tekerlekli sandalye kullananlar için “tekerlekli sandalyeye mahkum” ifadesini sarf etmesi ironik gelmiyor mu artık size de?
Dijital teknolojilerle, sakatlık deneyiminin değişip dönüştüğüne, değişmeye devam edeceğine dair örnekler hayli zengin. Metni konuşmaya ya da Braille ile yazıya dönüştüren, fotoğrafta ne olduğu bilgisini metinsel olarak aktaran algoritmalar aracılığıyla, bilişim teknolojilerine erişimi olan kör biri, iletişim süreçlerine rahatlıkla dahil olabiliyor artık. Bir kentte taksiye binen ve elinde, gideceği yer için yol tarifi alabileceği bir mobil cihaz olan kör bir kişinin, taksici tarafından gereksiz yere dolaştırılma riski, elinde bu tür bir cihaz olmayan birine kıyasla, daha düşük. Önceden alışverişe annesinin eşliğinde gidebilen bir tekerlekli sandalye kullanıcısı, artık annesinin ihtiyaçlarını mobil uygulama üzerinden tedarik edebiliyor. Başka birinin aracılığı olmaksızın iletişim kuramayacak olan, biri kör, diğeri sağır olan iki kişi, dijital araçlar üzerinden “aracısız” anlaşabiliyor. Önceden babası aracılığıyla gazete okuyabilen kör biri, şimdi kullandığı çeşitli dijital robotlar aracılığıyla, dünyanın haberini babasına verebiliyor. Hasılı, dijitalleştikçe yetenekleri artan araçların önünde ya da arkasında hangi insanların olduğunun, bu insanların sahip olduğu yetilerin önemi azalıyor. Bir anlamda, sıfırlar ve birlerden oluşan algoritmalar dünyasının, kendi başlarına bu ideale ulaşamamış insanlık için eşitlik vadettiğini söylemek mümkün.
https://cdn-images-1.medium.com/max/2000/1*PHPEBcbQFis452M-ODjwig.jpeg
İmaj: Braille alfabesi
Öte yandan, alet yapma, teknik geliştirme serüveni, insanların sahip olmadıklarıyla ya da yapamadıklarıyla değil; kullandıkları teknik ne olursa olsun, yapabildikleriyle varlıklarını sürdürebildiklerini de gösteriyor. Belki anlatılan bizim hikayemiz ama hikayeyi ayakta kalanlar yazıyor. Kişisel hikayelerimizi de öyle. Güçlü olan, ayakta kalan yanlarımız belirliyor hayatımızı nihayetinde. Kamusal alanda, kimse yapamadıklarından, eksikliklerinden ya da zaaflarından söz etmiyor örneğin. Bir yazar kendini tanıtırken müzikten anlamadığını, bir mühendis kendinden bahsederken şiir yazamadığını söylemiyor. Erkeği “emzirme engelli”, Türk’ü “Kürtçe konuşamayan” olarak tanımlamıyoruz. Tek istisna sakatlar sanırım. Yalnızca onların durumunu kavrayıp tanımlarken yapamadıklarından ya da eksikliklerinden (“özürlü”, “engelli”) söz ediyoruz.
Kuşkusuz, bunda insanlığın daha önce geçtiği ve henüz sonlanmamış olan, sakatları oyun dışı bırakan, tecrit eden, kendini gerçekleştirme ve kendi geleceğini belirleme haklarını gasp eden sosyal, siyasi, iktisadi süreçlerin payı var en çok. Sanayi toplumunu düşünelim örneğin. Tıkır tıkır işleyen makinelerin inşa ettiği bir toplumsal düzende, bir yerleri aksayan bedenlere biçilen değer de, arızayı ya da defoyu çağrıştıran “özürlü” terimiyle ifade edilecekti elbette. On beş yirmi yıl öncesine kadar “Kör” yerine “görme özürlü” denmesinde olduğu gibi… Ancak, kör atalarımın yaşayan temsilcilerinden biri olarak, dijital teknolojilerden aldığım güçle, bir insanın sahip olmadığı yetilerle tanımlanamayacağını, körlüğün –şayet geçici bir durum değilse– görmemek değil, görme yetisi dışındaki yetilere, geliştirilen alternatif tekniklere ve araçlara dayanarak yaşama hali olduğunu söyleyebiliyorum bugün. “Engelli”, “dezavantajlı” vb. ifadeler de, “özürlü” ile ima edilenden çok farklı bir şey anlatmıyor. Hepsi de, sakatlığı teknik/tıbbi bir müdahale alanına indirgeyerek, eksik, yanlış giden, iyileştirilmesi gereken ya da yardıma ihtiyaç duyulan bir duruma işaret ediyor. Dahası, kamusal alanda karşılaştığımız kör ya da sağır kişileri, kim bilir ne vakit yitirdikleri ya da hiç sahip olmadıkları yetilerle tartacaksak, aynı alanda karşılaştığımız, çevrim dışı kalmamak için dijital uzantısından gözünü ayıramayan ya da fiziksel olarak bulunduğu ortamdaki ses yerine kendi istediği sesi dinlemek için kulaklık takanları nereye koyacağız?
Terminoloji tartışmasını bir yana bırakırsak, dijital dünya, araya koyduğu araçları artırarak bir yandan insan-insan, insan-doğa, insan-mekan ilişkilerini zayıflatırken, diğer yandan araya eklediği ve işleyişe daha geniş kesimleri dahil eden araçlar vesilesiyle, yanlışlığın sakat kişilerde olduğu görüşünü sarsıyor; mekanın ve bilginin farklı özelliklere, yetilere sahip olan, farklı araçlar kullanan kişiler göz önünde bulundurularak tasarlanması, düzenlenmesi, dağıtılması veya sunulmasının olanaklarını zenginleştiriyor, en azından elektrikler kesilene kadar…
Yazının sınırları dahilinde, çok küçük bir kesitine odaklanarak fotoğrafını çekmeye çalıştığım gidişat, burada anlatılanın ötesinde, çok yönlü bir hareket ve potansiyele sahip elbette. Daha şimdiden, günlük hayatta insanın gereğinin azalmasının sonucu olarak, var olmaya devam eden insanlar arasında, gerekli olanın kendisi olduğunu gösterme yarışının kızıştığını ve dolayısıyla sunumun, reklamın, imajın, ambalajın her geçen gün daha fazla önem kazandığını gözlemleyebiliyoruz örneğin. Yarışma gerilimi ve gösteri toplumu fertlerinin üzerlerindeki imaj/ambalaj soyulduğunda geriye kalanın diğer yarışmacılardan farksız olduğunun kolayca görülmesi, her daim depresyon yüklü, gereksizlik hissinden kurtulamayan bir toplamla karşılaştırıyor bizi. Belki, sakatı “engelli” terimine hapsedip onu kendi yardımına muhtaç olarak kodlayan da, işe yaradığını gösterme yarışı içindeki bu toplam. Belki sakatı, bu terimi sahiplenmeye iten de, söz konusu hapishanenin konforu. Neyse, şimdilik dikkat çekmek istediğim, cinsiyetçi, ırkçı, milliyetçi, sağlamcı kodlarla bezenmiş sınıflı bir toplumsal yapının yaratımı olarak bizi kucaklamakta olan dijital dünyanın, ebeveyni olan dünyanın hiyerarşik maddi ve ideolojik yapısını bozma, önceki dünyayı var eden referansları geçersiz kılma ve dolayısıyla daha kapsayıcı, daha eşitlikçi bir hayatın olabilirliğini düşündürme potansiyeli. Öte yandan, potansiyelin vücut bulması da, birçok farklı olasılığın yanında, bunu düşünüp hayata geçirebilecek bir iradenin doğmasına ve varlığını sürdürmesine bağlı. Her seferinde kapasitesinden çok daha fazlasını geliştirdiği araçlara yüklemeye devam eden ve bunu yaparken kendi kapasitesi zayıflayan insanın böyle bir iradeyi gösterebileceği de kuşkulu.
Bu akış bizi nereye götürür, henüz arkasında ve önünde insanın bulunduğu algoritmalar bir gün gelir onun varlığını tamamen gereksiz kılıp onu ortadan kaldıracak yeni algoritmalar geliştirebilir mi, yoksa yabancılaşmanın sınırlarına ulaşan insan, eşitlikçi, ekolojik bir yaşamın kurulması için bir tavır geliştirebilir mi, bilmek imkansız. Ancak şimdilik, her yeni teknikle birlikte insanlar arasındaki farklılıkların öneminin ve insani olan ya da olmayan gereksinimlerin karşılanması için insana olan ihtiyacın azaldığını söyleyebiliyoruz. Tabii, bu akış düz bir çizgi takip etmiyor. Eskiden gelen alışkanlıklarla, yapılarla, maddi ve ideolojik kurumlarla karşılaşıp yalpalıyor, yön değiştiriyor, itirazları dikkate alarak ya da ortadan kaldırarak ilerlemeye çalışıyor.
Sonuç olarak, dünyanın işini yaparken dünyanın enerjisini tüketen, her daim ışıklı, her yanı sesli kentlerin dünyasından, Arzuhalci Kör Kemal’in Demirci Haydar Usta’sına verecek bir haberim var: Senin o binlerce yıllık geleneği sağarak dövdüğün ve obanın kurtuluşu için ümit bağladığın kılıç, az kaldı, 3 boyutlu yazıcılar tarafından üretilecek pek yakında. Belki aramızdan birileri, enerji, inşaat ya da teknoloji tekellerine sunacak onu, içine doğduğumuz yaşam alanlarına, varlık nedenimize ve yaşama tutkumuza dokunmamaları için. Yine de, önümüzdeki Hıdrellez gecesi, çocuklar kendileri için en son teknolojiyle üretilmiş oyuncaklardan; gençler kendilerini çevrimiçi kılacak son teknolojiyle donatılmış mobil cihazlardan; yaşlılar her bir işlerini görecek robotlarla donanmış konutlardan birine sahip olmayı dileyecek, kuvvetle muhtemel…

*Çağrı Doğan hakkında: Boğaziçi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi Bölümü’nden mezun oldu. Bilişim sektöründe farklı kurumlarda görev aldı. Sakatlık ve toplumsallık üzerine yazıları çeşitli platformlarda yayınlandı. “Sakat Tavır” adlı blogun da yazarıdır.

11 Eylül 2017

Sakatlayan Kapitalizm ve Sakatlığına Tapan Narsist İnsan



Sakatlayan Kapitalizm ve Sakatlığına Tapan Narsist İnsan
            Sakatlık çalışmaları genellikle sakatların demografik özelliklerini, işgücüne katılım oranlarını, eğitimsel durumlarını, toplumsal entegrasyonunu yada ekonomik alanda yoksulluk- açlık sınırında oluşları hakkında veri ve ek bilgileri içerir. Sakatlığın oluş nedenleri, sakatlığa karşı sergilenen tutum, davranış ve istatistikler yine inceleme konusudur. Ne var ki bu çözümlemeler, sakatlık alanında geleneksel Ortodoks çalışmalara tekabül eder. Çünkü bu çalışmalar  kapitalizmin sosyal devlet anlayışının  Keynezyen ekonomik politikalarında vücut bulan formel alanın sosyo-ekonomik sorunlarını kapsar. Oysa günümüzde formel alanın paradigmaları sorunlu olduğu iddia edilerek küresel sermaye tarafından işlevsiz hale getirilir. Böylece devletin müdahalesiyle uygulanan sosyal politikalar küreselleşmeyle birlikte muğlak ve keyfi kurallara göre egemen sınıfın talepleri doğrultusunda yürütülür. Kapitalist sistem, küreselleşme aracılığıyla modernizmden postmodernizme, fordizmden postfordizme  yeniden işi ve emeği örgütlemesi,  toplumsal ilişkileri düzenlemesi, yeni bir kültürün ve dilin  ideolojisini inşa etmesiyle  sosyal devlet anlayışının geleneksel yapılarını etkisiz kılmıştır.  Bu çerçevede toplumsal bir sorun olan  sakatlık alanı da sivil toplum örgütlerinin   hayırseverlik (filantropi) politikalarına terk edilmiştir. Yani yasal düzenlemelerden sorumlu olan sosyal devlet anlayışı yerine hayırsever kurumlar devreye sokularak hak aramalar geçersiz kılınmaya çalışılmıştır. Sosyal politikaların yerini hayırseverlik ve gönüllülük ilkeleriyle hareket eden informel alana bırakması insanı daha öngörülemez bir yaşamla karşı karşıya bırakmıştır. Aslında gerçek şudur; kapitalizmin piyasa koşullarına bağlı mekanizmalarıyla insanın emeğine yabancılaştırılması sistemin doğasından kaynaklanmaktadır. Sistemin açmazlarını gidermede karar mekanizması olan finansal sermayeyle gelişen küreselleşmenin ortaya çıkardığı esnek çalışma koşulları ve toplumsal örgütlenmeleri sınırlayan yapısıyla beraber hat safhaya ulaşan bu yabancılaşma güvencesiz bir yaşamı zorunlu hale getirir.
            Bedensel sakatlığı olan bireye özgü patolojik durum ile kapitalizmin hastalığı “yabancılaşma” özdeşleştirilebilinir mi? Yani bu kavram bedensel sakatlıkla ilişkilendirilebilir mi?  Toplumsal bir yaratı olan sakatlığın anlamının bedenden kültür alanına kayması; kapitalist üretim tarzıyla ortaya çıkan yabancılaşma ile açıklanabilir mi?

03 Şubat 2017

SAKATLIK OLGUSUNDA HAYIRSEVERLİK: TARİH; SİL BAŞTAN MI?



SAKATLIK OLGUSUNDA HAYIRSEVERLİK: TARİH; SİL BAŞTAN MI?

Mağdule Demircioğlu

 GİRİŞ


Alana dışarıdan bakan bir gözlemci, var olan ilişki ve çelişkiler üzerinden orada neler olup bittiğine dair belli bir düşünceye sahip olabilirken, alanın aktörleri açısından durum oldukça karmaşık ve farklıdır. Kendisini çoğunlukla sakatlık alanının bir parçası olarak gören sakat birey -ki bazı durumlarda bunu kabul bile edememektedir- kendi dışındaki alan ile ilişkilerini doğru tarzda algılayamamaktadır. Alanın içinde bir yerde duruyor olmasına rağmen, kendisini kurguladığı dünyanın merkezine koyan öznelliği içinde, dış dünya ile ve onun gerçekleriyle yüzleşmekten kaçınmaktadır. Yanıtlarını, oluşturduğu durumun içselleştirmesi üzerinden vermekte; öngörü, talep ve beklentilerini, bu kurguladığı dünyanın yanılgıları ve yanılsamaları ekseninde oluşturmaktadır. Bu öznel duruşlarla özdeşleştiği bir düzlemde elde edilen verilerin de gerçeği yansıtmayacağı açıktır. Bu sapmanın sadece sakatlara ilişkin bir durum olduğunu düşünmek de yanlıştır. Sorunun diğer aktörleri de benzer yanılgılara sahiptir. Sakatlık sorunuyla ilgili gibi görünen resmi kurumlar, sendikalar, sivil toplum örgütleri vb. de sakatlık alanını tanımamakta, konuyla ilgili yeterli bilgiye sahip olmamakta, geleneksel ön yargıların yarattığı ortamda, sahip olduklarını düşündükleri bilgi düzeyleriyle yargılarda bulunmakta, ortalama fikirler temelinde kesin görüşler ifade etmektedirler.
Bu çalışma, alanın dışında durmaya çalışan bir gözlemcinin -bu her zaman mümkün olmasa da- zaman fonksiyonunu esas alarak, tarihsel dönemler boyunca, kendi yükseliş ve düşüşleri içinde, birbirinin içinden çıkan, hem kendisini hem de karşıtını üreten bir gerçekliğin, sakatlık olgusunun “hayırseverlik” izleği üzerinden kavranmasını bir deneme çabasıdır. Kapitalizmin kendini yeniden üretme mekanizmasının merkezinde yer alan “herkesin bütün nimetlerden faydalanacağı” savında sözü geçen nimetlerden sakatların payına sadece “hayırseverlik” başka bir deyişle sadaka düşmektedir. Buradan hareketle, tarih boyunca var olan üretim tarzlarının, kutsal metinlerdeki düşünce kalıplarıyla nasıl örtüştüğünü açıklamaya çalışacağız.

24 Kasım 2015

Bir Yanlış soru Tüm Doğru Cevapları Götürür



"Engelliler için ne yapabiliriz?...? Son zamanların, bana da yöneltilen en popüler sorularından. 3 Aralık da yaklaşıyor. Dolayısıyla, bu soruya cevaben geliştirilmiş projelerle, yapılmış organizasyonlarla ilgili tanıtım / reklamların yoğunlaşacağı günler bizi bekliyor.
Yaşam dediğimiz şey de bir bakıma soru sormak ve bu sorulara cevap aramakla şekillenen bir süreç. Başka bir deyişle, yapıp ettiğimiz her şey, öncesinde peydah olan sorulara arayıp bulduğumuz cevaplar. Buradan hareketle, soruyu bir temel, cevabı da onun üzerine inşa edilen bir bina olarak tasavvur edebiliriz.
Nasıl ki bir binanın sağlamlığı açısından, temel önemli ancak binaya bakanlar tarafından çoğunlukla değerlendirmeye tabi tutulmayan bir bileşense; yapıp ettiklerimizin arkasındaki sorular da, onları izleyenlerce çoğu zaman umursanmıyor.
Dönelim şimdi baştaki sorumuza...
Ceavaplar ne kadar kendinden emin ve iyi sunulmuş olursa olsun, soru sağlam ve doğru olmadıktan sonra bunun pek kıymet’i harbiyesi yok. İlk depremde, kriz anında yani, bu soruya verilen cevapların altında kalmamamız için “Engelliler için ne yapabiliriz?” sorusuna daha yakından bakmamızda fayda var.
Engelliler sözüyle işaret edilenler kim ya da kimler? Görme engelli, işitme engelli, ortopedik engelli gibi tamlamalara bakılırsa, engelliler derken, çeşitli alanlardaki yetilerini yitirmiş kimselere işaret ediliyor. İçin ifadesiyle de, yardım etmekten bahsedildiğini anlıyoruz. Hasılı, soruyu yakından incelemeye kalkıp büyüttüğümüzde gördüğümüz sonuç şu: Çeşitli alanlardaki yetilerini yitirmiş insanlara yardım etmek için ne yapabiliriz?
Oysa, engelli ifadesiyle işaret edilen kişiler, hiç sahip olmadıkları ya da sonradan yitirmiş oldukları yetilere dayanarak değil, söz konusu yeti olmaksızın, sahip oldukları başka yetilere dayanarak yaşamak durumunda olan insanlar. Bir kişiyi, sahip olmadığı bir yetiyi öne çıkararak tanıtmanın, iyi bir müzisyeni tanıtırken onun resim yapamadığını söylemekten, iyi bir romancıdan bahsederken onun müzikten hiç anlamadığını dile getirmekten ne farkı var peki?
Bu tespit ışığında, sorumuzun yeni haline bakalım: Farklı yetilere sahip kişilere yardım etmek için ne yapabiliriz? Sorunun bu halinde, kulak tırmalayan bir şeyler olduğunu fark edeceksiniz. Farklı yetilere sahip olan kişilerin neden yardıma ihtiyacı olsun ki? Elbette, herkesin yardıma ihtiyaç duyduğu zamanlar ve durumlar olabilir. Ama, farklı yetilere sahip olmanın kendisi, yardıma gerekçe yapılabilecek bir durum değil en azından.
Görülüyor ki, onca zaman ve emek harcanarak üretilmiş cevapların arkasındaki soru, pek sağlam ve doğru değil. Öte yandan, farklı yetilere sahip insanları da memnun edecek başka sorular sormamız mümkün.
Erişilebilirlik kavramı bu noktada karşımıza çıkıyor. Yapıp ettiğimiz şeylerin, mümkün olduğunca fazla kişiye ulaşmasını önemsiyorsak, erişilebilirlik, gözetmemiz gereken önemli bir kriter. Anlamı şu: Bir mekan, eser, durum, organizasyon, ürün veya hizmetin, farklı özelliklere, yetilere sahip olan, farklı araçlar kullanan kişileri göz önünde bulundurarak tasarlanması, düzenlenmesi, dağıtılması veya sunulması.
Sözün özü, sormamız gereken doğru soru şu:
Yapıp ettiklerimizin, farklı yetilere sahip olan insanlara ulaşması için ne yapmalı, nasıl yapmalıyız?
Konuyu, sakatlık ve bilişim özelinde benzer bir yaklaşımla ele aldığım başka bir metin okumak isterseniz şuraya bakabilirsiniz:

06 Kasım 2015

Neydi yiten, Neydi Kalan?

Her vesileyle, sakatlığın yeti yitimi olmadığını; hatta sakatların yeti yitimi yaşayan kişiler olarak algılanıp konumlandırılmasının da sakatlığın oluşumuna önemli bir “katkı” sunduğunu ifade etmeye çalışıyorum. Ne kadar insanı ikna edebildiğim ayrıca değerlendirmeye muhtaç. Lakin bazen, hakim sakatlık kurumuna tutunup, “ağzını açsa çok zeki, adımını atsa feci yetenekli bir görme engelli” olarak takdir görüp paşa paşa yaşamak dururken, neden böyle yaptığımı sorgulamıyor değilim. Neyse, huyum kurusun diyerek geçiştirelim.

Son zamanlarda, sakatlığı yeti yitimine indirgememiz halinde, sakatlar olarak kamusal alanda eşitlik mücadelesi vermemize, zamanla pek de gerek kalmayacağını ciddi ciddi düşünmeye başladım. Zira, yeti yitimi yaşamayanların, kamusal alanlarda yetilerini kullanma olanakları da her geçen gün azalıyor. Binalardan ve  ışıklardan dolayı gökyüzünü ve yıldızları göremeyen; dar kaldırımlardan ve  kalabalıktan dolayı doğru dürüst yürüyemeyen; sokaklarda, salonlarda, gürültüden birbirini duyamayan insanlardan söz ediyorum. Yürürken gözünü akıllı uzantısından ayıramadığı için çarpıştığım, kulaklığından gelen sesle meşgul olduğu için söylediğimi duymayan, neredeyse tuvalete dahi tekerlekli aracıyla giden ve artık ‘Emoji’lerle iletişim kuran insanları buna eklediğimde, yeti yitimi merkezli bir katagorizasyonun artık pek mümkün ve mantıklı olmadığını düşünüyorum.
İyi yanından bakalım; sakatlığın yeti yitimi olmadığını anlatmak için sarf etmem gereken çaba gittikçe azalıyor. J