Talcit ve Sınıf Bilinci
Çağrı Doğan
İçine
düştüğümüz politik atmosferi, referandumun yarattığı toz duman içinden sıyrılıp
bu atmosferin dışına çıkarak anlamaya çalışmak oldukça zor doğrusu. Zor da olsa
bir zorunluluk olduğu da muhakkak. Zira önümüzde, bizden hayır ya da evet
cevabını isteyen, siyasi süreçlerle hazırlanmış ve siyasi sonuçları olacak,
yani iktisadi, ve siyasi açıdan içinde yaşadığımız toplumu dolayısıyla kişi
olarak beni de etkileyen ve etkileyecek olan bir referandum var.
Bu
koşullarda sıradan bir yurtdaş olarak önümde iki seçenek görünüyor: ya kafamı
yormadan, propaganda silahı ideolojik alanı en çok etkileyen tarafa inanarak
bir tercih yapacağım ya da zor olanı seçip, çatışan hegomonya projelerini
analiz edip hangi tercihin doğru olacağına karar vermeye çalışacağım. Bu yazıyı
yazmaya girişmem de gösteriyor ki şeytana uyup ikinci yola girmiş bulunuyorum.
Önce iktisadi alan
İçine
doğduğumuz toplumsal yapıyı iktisadi açıdan temel olarak ikiye ayırabiliriz:
Birincisi üretim araçlarının mülkiyetini/kontrolünü elinde bulunduran sermaye,
ikincisi de, yaşamak için sermaye sınıfının gasp ettiği üretim araçlarını
kullanmak zorunda olan, başka deyişle emeği dışında bir yetisi ve emeğini sermayeye satmak dışında
bir seçeneği bulunmayan insanlardan oluşan sınıf. Dolayısıyla, iktisadi alanın,
politik ve sosyal aktörlerin yanında
temel olarak bu iki sınıf arası ilişki, çatışma, uzlaşma tarafından
belirlendiğini söylersek yanılmayız sanırım. İki sınıfın da kendi aralarında
alt sınıflara ayrıldığını ve alt sınıflar arasındaki uzlaşma ve çatışmaların da
bu alanı etkilediğini unutmadan tabii.
Bu
durumda, toplumsal yapının, iktisadi açıdan emekçi sınıfın emeği dahil,
üzerinden sermaye biriktirilebilecek her şeyin metalaşmasına dayalı bir rejim
tarafından belirlendiğini, sürekli olarak sermaye birikimini arzulayan bir
rejimin biriktiremeyince bunalıma gireceğini ön görmek zor olmayacaktır.
Anayasa
dediğimiz metnin iktisadi karakteri de, yukarıda tanımladıdğımız rejimin
ihtiyaçları doğrultusunda belirlenmektedir. Başka deyişle, mevcut anayasa,
sınıfsal tahakkümün devamını garanti
altına alan ve sermaye hareketlerini kolaylaştırarak sürekli kapital birikimini
mümkün kılan bir felsefeyle hazırlanmış, hangi sınıfların hangi çerçeve içinde
neleri nasıl yapabileceğini tanımlayan genel bir metindir. Dolayısıyla,
önerilen değişiklik paketi, iktisadi açıdan, kapital birikimine dayalı bu
rejimin tıkanmasının, daha fazla sermaye biriktirilebilecek alan ihtiyacının
karşılanması kaygısının bir ürünüdür.
Sözün
özü, değişiklik paketinde, şimdiye kadarki pratiklerinden küresel ve yerel
sermaye için canla başla çalıştığını bildiğimiz yürütmenin daha engelsiz
çalışmasını mümkün kılacak düzenlemeler bulunduğuna ve emekçi sınıflar lehine
hiçbir iyileşme de ön görülmediğine göre, sınıfsal açıdan doğru tavır,
sermayenin evet, emekçilerin de hayır demesi olacaktır. Ancak, evet ya da hayır
etrafında kamplaşan ana akım siyasetlerin uzlaşamadıkları maddeler değişikliğin
iktisadi karakteriyle ilgili değildir. Yine de, emekçi sınıfların ve sermaye
birikimine odaklanmış rejimin yıkılıp insan odaklı bir rejimin kurulmasını
arzulayan ve o yönde çabalayan yapıların siyaset yapmasına olanak sağladığı
için ana akım siyasetler arasındaki bu uzlaşmazlık değerlidir.
Politik Alan
İçinde
bulunduğumuz toplumsal yapıyla ilgili siyasi hegomonya projelerine
baktığımızda, ana akım projeler arasında sınıf merkezli siyaset anlayışlarına
rastlamamız maalesef olanaklı değil. Bu alanda da karşımıza üç siyasi hegomonya
projesi çıkıyor:
İlki,
kapital birikim rejimini sahiplenen, ancak hantallaştığı ve kadrolarını
tazeleyemediği için ulusal ve global sermaye sınıfının ihtiyaçlarına cevap
vermekte zorlanan ve gözden düşen, gerektiğinde islamı kullanan, Türkçü laik
blok. İkincisi, sermaye birikim rejimini yani kapitalist kalkınma modelini
sahiplenen, her türlü çatışmada güçlü olanın yanında saf tutarak siyasi
iktidarı ele geçirmeye çalışan, böylece kendi hegomonya projesine can verecek
sermaye sınıfını, emekçi teşkilatlarını, ideolojik propaganda aygıtlarını
oluşturabilmiş siyasal İslamcı, Türkçü blok. Üçüncüsü de, kürt ulusal kimliği
üzerinden politika üreten, Türklerle ya da onlar olmadan kürt kimliğinin resmi
ve asli kimlik olacağı yeni bir siyasi yapı kurulması için çalışan, laik
karakteri daha fazla olan, gelişip beslendiği tarihsel ve toplumsal koşullar
gereği zayif bir anti-kapitalist damarı da bulunan Kürt hareketi.
Aktif
siyasi arena da, bu üç anaakım proje arasındaki çatışma ve uzlaşmalarla
şekilleniyor. Referandum süreci de bu çatışmanın bir sonucu. Anayasa değişiklik
paketi, ikinci blok tarafından, siyasi hegomonya projelerinin yeni bir safhası
olarak, toplumsal yapıyı kendi politik Saikleriyle daha rahat ve engelsiz
yoğurabilmek kaygısıyla, söz konusu diğer iki siyaseti dışlayarak hazırlanmış/dayatılmış bir metin nihayetinde.
Dolayısıyla, üç siyasi projenin evet, hayır ve boykot etrafında kamplaşması da
doğal bir sonuç. Bu durumda, sınıfsal bir perspektifle bakılıyor olsa net bir
karar verilebilecekken, sınıf çoktan unutulduğu için zihin ve karar bulanıklaşıyor.
Mevcut siyasi arenaya şekil veren çatışmaların içinden bakınca, referandum,
Gülan hareketi ve revize olmuş Milli Görüş hareketinin belirleyici olduğu
Siyasal İslamcı hegomonya projesinin güven oylaması olarak görünüyor. Böyle
bakıldığında da, siyasal İslamcı hegomonya projesini desteklemeyen herkesin,
Türk-islamcı laiklerin, siyasal islam
projesine yedeklenmemiş kürtlerin ve benim gibi üç hegomonya projesine de
ısınamayacak olan sınıfçı laiklerin referandum da hayır dememesi için hiçbir
neden gözükmüyor.
Sınıfsal
perspektife yaslanarak siyaset yapmanın daha revaçta olduğu dönemlerden kalan
siyasi hareketlerin bir kısmı, referandum sürecinde yukarıda saydığım üç
anaakım siyasetten birinin peşine
takılmış durumda. Neyse ki, şimdilik harekete geçirebildiği toplumsal enerji
yeterince güçlü olmasa da, her şeye rağmen sınıf, iki 12 Eylül’e de hayır diyebilen bir bloğun varlığı da insanın
hararetini biraz olsun alıyor.
Bireysel
özgürlükler, sivil alanın güçlendirilmesi, kadınlar, sakatlar vb çeşitli kesimlerle
ilgili iyi şeyler getireceği propaganda edilen maddeler mi? Onlar boşlukta
siyasi gevezelik eden entellektüeler, siyaset yapamayacak kadar yoksul olanlar
ve kafaları binbir hurafeyle doldurulup siyaset yapamaz hale getirilmiş
yoksunlar için kullanılacak “rıza imalat” gereçleri; bu kesimleri akıllarından
soyup sistemin restorasyonu için yapı malzemesi haline getirecek “akıl imha”
araçları. Kaldı ki, sivil dedikleri
alanı sınıfsal bir tahakküm aracı da olan devletin zor güçleri karşısında
güçlendirmek istiyorlarsa; kürtler, aleviler, kadınlar, sakatlar, farklı cinsel
yönelimi olanlar vb kesimlerle ilgili
Salih niyetler besliyorlarsa, referandumun sonucu ne olursa olsun, bir zahmet
durumu bu kesimlerle istişare edip yeni bir değişiklik paketi hazırlayabilirler.
Kuvvetle muhtemel bu kez referanduma da gerek kalmaz.
Naçizane
bir öneriyle yazımın ilk bölümünü bitiriyorum: Siz siz olun muktedirlerin
korktuğu gösterilere giderken gazmaskesi ve Talcit’i, siyaset yaparken de
sınıfsal perspektifi unutmayın. Biri iktidarın üzerinize saldığı zor aygıtının
sıktığı biber gazından korunmanıza; diğeri de yine iktidarın ideolojik
aygıtlarının üzerinize boca ettiği akıl çelici saçmalıklar karşısında siyaseten
ayakta kalmanıza yardımcı olur…
Yetmez Ama Evet ve Akıl Tutulması
Aslına
bakılırsa, ilkin yazım için böyle bir bölüm tasarlamamıştım. Hatta ilk kez
içinde “sakat” geçmeyen bir yazı yazacağım için de seviniyordum. Ancak,
Bianet’de Bülent Küçükaslan imzasıyla yayımlanan ”Sakatlar İçin Kolay Bir Soru:
Evet Mi, Hayır mı*” başlıklı yazıyı okuyunca, bir sakat olarak duruma müdahil
olmak zorunda hissettim.
Yazının
içeriğiyle ilgili itirazlarıma geçmeden önce, Küçükaslan’ın başlık koyarken
bile iki temel hataya düştüğünü, bilerek yapıyorsa da günah işlediğini
söylemeliyim. Birincisi, değişiklik paketi sakatlar, kadınlar vb kesimlerin
basıncıyla oluşmuş bir paket değildir. Dahası, pakete egemen olan anlayış
sakatlarla ilgili değildir. İkincisi de, sakatlar; sınıfı, politik eğilimleri
ve sosyal kimlikleri olmayan, kendinden menkul yaratıklar değildir. Yazının
oturduğu mantık baştan “sakat” olduğu için içeriğe dair birşey söylememe neden
kalmıyor aslında ama, “yetmez ama evet” diyebilmek için zorlandığında insanın
nasıl bir akıl tutulması yaşayabileceğine de işaret etmek istiyorum.
Küçükaslan’ın
sakat olarak evetinin ilk ve en önemli gerekçesi, Madde 10'a eklenecek ibare: "Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve
vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak
tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz."Yani deniyor ki: idare özürlüler vb kesimler için pozitif ayrımcı uygulamalarda bulunabilir. Örneğin, herkes için ücretli sunulan bir hizmet karşılığında bu kesimlerden ücret alınmayabilir ya da istihdam da %3 kota uygulanabilir. Sonra da deniyor ki: işte bu özel muameleler, olura birileri mahkemeye gidip “bu sakatlara da çok özel muameleler yapılıyor” diye feveran ederse, mahkeme “hayır, bu uygulamalar eşitlik ilkesine aykırı yorumlanamaz” diye karar verecektir. Değişiklik önerisinin dediği tam olarak bu. İyi de, idare bu değişiklik önerilene kadar da pozitif ayrımcı uygulamalarda bulunuyordu zaten, bu değişikliğin getirisi nerede? Tabii Küçükaslan bu soruyu sormuyor ve söz konusu değişikklikle düzeleceğini iddia ettiği, 7-8 sorun sayıyor. Yazar baştan evet demeye şartlandığı için, ki bunun başka mantıklı bir izahını bulamıyorum, Pratikte hiçbir farklılık getirmeyecek bu düzenlemenin, referandumda evetin sayısını artırıcı bir propaganda aracı olması dışında bir niyetle pakete konamayacağını göremiyor.
Küçükaslan’ın gerekçelerinden biri de, Madde 148'e eklenecek ibare: "Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir. Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şarttır.”
Yani, evet demeye şartlanmamış her aklı başında insanın anlayacağı gibi, bundan böyle iç hukuk yolu bir halka daha ve kim bilir kaç yıl daha uzayacak, ömür bitip dava süreci bitmeyeceği için de, idarenin hışmına uğrayan kişi AİHM’ye çok daha geç gidebilecek, belki de hiç gidemeyecek ve dolayısıyla idare vaziyeti daha iyi idare edebilecek. Ancak Küçükaslan, bunu da, “yaşasın! Artık Anayasa Mahkemesi’ne kişisel başvuru hakkımız olacak” diye sevinçle karşılıyor. Oysa kendini “yetmez ama evet”e şartlamamış olsa, bu maddenin de pakete “birey” sözcüğünü görür görmez özgürlük sarhoşluğuna kapılan bireysel aydınlara yönelik bir tuzak olduğunu görebilecek.
Bülent Küçükaslanın evetini dayandırdığı iki gerekçe daha var ama, bunlar için evet diyecekse de desin. Artık benim diyecek birşeyim kalmadı!...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder