16 Ocak 2015

Talcit ve Sınıf Bilinci: 2010 Referandumu Öncesi Bir Değerlendirme



Talcit ve Sınıf Bilinci


Çağrı Doğan


İçine düştüğümüz politik atmosferi, referandumun yarattığı toz duman içinden sıyrılıp bu atmosferin dışına çıkarak anlamaya çalışmak oldukça zor doğrusu. Zor da olsa bir zorunluluk olduğu da muhakkak. Zira önümüzde, bizden hayır ya da evet cevabını isteyen, siyasi süreçlerle hazırlanmış ve siyasi sonuçları olacak, yani iktisadi, ve siyasi açıdan içinde yaşadığımız toplumu dolayısıyla kişi olarak beni de etkileyen ve etkileyecek olan bir referandum var.
Bu koşullarda sıradan bir yurtdaş olarak önümde iki seçenek görünüyor: ya kafamı yormadan, propaganda silahı ideolojik alanı en çok etkileyen tarafa inanarak bir tercih yapacağım ya da zor olanı seçip, çatışan hegomonya projelerini analiz edip hangi tercihin doğru olacağına karar vermeye çalışacağım. Bu yazıyı yazmaya girişmem de gösteriyor ki şeytana uyup ikinci yola girmiş bulunuyorum.

 Önce iktisadi alan

İçine doğduğumuz toplumsal yapıyı iktisadi açıdan temel olarak ikiye ayırabiliriz: Birincisi üretim araçlarının mülkiyetini/kontrolünü elinde bulunduran sermaye, ikincisi de, yaşamak için sermaye sınıfının gasp ettiği üretim araçlarını kullanmak zorunda olan, başka deyişle emeği dışında  bir yetisi ve emeğini sermayeye satmak dışında bir seçeneği bulunmayan insanlardan oluşan sınıf. Dolayısıyla, iktisadi alanın, politik ve sosyal aktörlerin yanında  temel olarak bu iki sınıf arası ilişki, çatışma, uzlaşma tarafından belirlendiğini söylersek yanılmayız sanırım. İki sınıfın da kendi aralarında alt sınıflara ayrıldığını ve alt sınıflar arasındaki uzlaşma ve çatışmaların da bu alanı etkilediğini unutmadan tabii.
Bu durumda, toplumsal yapının, iktisadi açıdan emekçi sınıfın emeği dahil, üzerinden sermaye biriktirilebilecek her şeyin metalaşmasına dayalı bir rejim tarafından belirlendiğini, sürekli olarak sermaye birikimini arzulayan bir rejimin biriktiremeyince bunalıma gireceğini ön görmek zor olmayacaktır.
Anayasa dediğimiz metnin iktisadi karakteri de, yukarıda tanımladıdğımız rejimin ihtiyaçları doğrultusunda belirlenmektedir. Başka deyişle, mevcut anayasa, sınıfsal tahakkümün devamını  garanti altına alan ve sermaye hareketlerini kolaylaştırarak sürekli kapital birikimini mümkün kılan bir felsefeyle hazırlanmış, hangi sınıfların hangi çerçeve içinde neleri nasıl yapabileceğini tanımlayan genel bir metindir. Dolayısıyla, önerilen değişiklik paketi, iktisadi açıdan, kapital birikimine dayalı bu rejimin tıkanmasının, daha fazla sermaye biriktirilebilecek alan ihtiyacının karşılanması kaygısının bir ürünüdür.
Sözün özü, değişiklik paketinde, şimdiye kadarki pratiklerinden küresel ve yerel sermaye için canla başla çalıştığını bildiğimiz yürütmenin daha engelsiz çalışmasını mümkün kılacak düzenlemeler bulunduğuna ve emekçi sınıflar lehine hiçbir iyileşme de ön görülmediğine göre, sınıfsal açıdan doğru tavır, sermayenin evet, emekçilerin de hayır demesi olacaktır. Ancak, evet ya da hayır etrafında kamplaşan ana akım siyasetlerin uzlaşamadıkları maddeler değişikliğin iktisadi karakteriyle ilgili değildir. Yine de, emekçi sınıfların ve sermaye birikimine odaklanmış rejimin yıkılıp insan odaklı bir rejimin kurulmasını arzulayan ve o yönde çabalayan yapıların siyaset yapmasına olanak sağladığı için ana akım siyasetler arasındaki bu uzlaşmazlık değerlidir.

Politik Alan

İçinde bulunduğumuz toplumsal yapıyla ilgili siyasi hegomonya projelerine baktığımızda, ana akım projeler arasında sınıf merkezli siyaset anlayışlarına rastlamamız maalesef olanaklı değil. Bu alanda da karşımıza üç siyasi hegomonya projesi çıkıyor:
İlki, kapital birikim rejimini sahiplenen, ancak hantallaştığı ve kadrolarını tazeleyemediği için ulusal ve global sermaye sınıfının ihtiyaçlarına cevap vermekte zorlanan ve gözden düşen, gerektiğinde islamı kullanan, Türkçü laik blok. İkincisi, sermaye birikim rejimini yani kapitalist kalkınma modelini sahiplenen, her türlü çatışmada güçlü olanın yanında saf tutarak siyasi iktidarı ele geçirmeye çalışan, böylece kendi hegomonya projesine can verecek sermaye sınıfını, emekçi teşkilatlarını, ideolojik propaganda aygıtlarını oluşturabilmiş siyasal İslamcı, Türkçü blok. Üçüncüsü de, kürt ulusal kimliği üzerinden politika üreten, Türklerle ya da onlar olmadan kürt kimliğinin resmi ve asli kimlik olacağı yeni bir siyasi yapı kurulması için çalışan, laik karakteri daha fazla olan, gelişip beslendiği tarihsel ve toplumsal koşullar gereği zayif bir anti-kapitalist damarı da bulunan Kürt hareketi.
Aktif siyasi arena da, bu üç anaakım proje arasındaki çatışma ve uzlaşmalarla şekilleniyor. Referandum süreci de bu çatışmanın bir sonucu. Anayasa değişiklik paketi, ikinci blok tarafından, siyasi hegomonya projelerinin yeni bir safhası olarak, toplumsal yapıyı kendi politik Saikleriyle daha rahat ve engelsiz yoğurabilmek kaygısıyla, söz konusu diğer iki siyaseti dışlayarak  hazırlanmış/dayatılmış bir metin nihayetinde. Dolayısıyla, üç siyasi projenin evet, hayır ve boykot etrafında kamplaşması da doğal bir sonuç. Bu durumda, sınıfsal bir perspektifle bakılıyor olsa net bir karar verilebilecekken, sınıf çoktan unutulduğu için zihin ve karar bulanıklaşıyor. Mevcut siyasi arenaya şekil veren çatışmaların içinden bakınca, referandum, Gülan hareketi ve revize olmuş Milli Görüş hareketinin belirleyici olduğu Siyasal İslamcı hegomonya projesinin güven oylaması olarak görünüyor. Böyle bakıldığında da, siyasal İslamcı hegomonya projesini desteklemeyen herkesin, Türk-islamcı  laiklerin, siyasal islam projesine yedeklenmemiş kürtlerin ve benim gibi üç hegomonya projesine de ısınamayacak olan sınıfçı laiklerin referandum da hayır dememesi için hiçbir neden gözükmüyor.
Sınıfsal perspektife yaslanarak siyaset yapmanın daha revaçta olduğu dönemlerden kalan siyasi hareketlerin bir kısmı, referandum sürecinde yukarıda saydığım üç anaakım siyasetten birinin  peşine takılmış durumda. Neyse ki, şimdilik harekete geçirebildiği toplumsal enerji yeterince güçlü olmasa da, her şeye rağmen sınıf, iki 12 Eylül’e de  hayır diyebilen bir bloğun varlığı da insanın hararetini biraz olsun alıyor.
Bireysel özgürlükler, sivil alanın güçlendirilmesi, kadınlar, sakatlar vb çeşitli kesimlerle ilgili iyi şeyler getireceği propaganda edilen maddeler mi? Onlar boşlukta siyasi gevezelik eden entellektüeler, siyaset yapamayacak kadar yoksul olanlar ve kafaları binbir hurafeyle doldurulup siyaset yapamaz hale getirilmiş yoksunlar için kullanılacak “rıza imalat” gereçleri; bu kesimleri akıllarından soyup sistemin restorasyonu için yapı malzemesi haline getirecek “akıl imha” araçları. Kaldı ki,  sivil dedikleri alanı sınıfsal bir tahakküm aracı da olan devletin zor güçleri karşısında güçlendirmek istiyorlarsa; kürtler, aleviler, kadınlar, sakatlar, farklı cinsel yönelimi olanlar  vb kesimlerle ilgili Salih niyetler besliyorlarsa, referandumun sonucu ne olursa olsun, bir zahmet durumu bu kesimlerle istişare edip yeni bir değişiklik paketi hazırlayabilirler. Kuvvetle muhtemel bu kez referanduma da gerek kalmaz.
Naçizane bir öneriyle yazımın ilk bölümünü bitiriyorum: Siz siz olun muktedirlerin korktuğu gösterilere giderken gazmaskesi ve Talcit’i, siyaset yaparken de sınıfsal perspektifi unutmayın. Biri iktidarın üzerinize saldığı zor aygıtının sıktığı biber gazından korunmanıza; diğeri de yine iktidarın ideolojik aygıtlarının üzerinize boca ettiği akıl çelici saçmalıklar karşısında siyaseten ayakta kalmanıza yardımcı olur…

Yetmez Ama Evet ve Akıl Tutulması


Aslına bakılırsa, ilkin yazım için böyle bir bölüm tasarlamamıştım. Hatta ilk kez içinde “sakat” geçmeyen bir yazı yazacağım için de seviniyordum. Ancak, Bianet’de Bülent Küçükaslan imzasıyla yayımlanan ”Sakatlar İçin Kolay Bir Soru: Evet Mi, Hayır mı*” başlıklı yazıyı okuyunca, bir sakat olarak duruma müdahil olmak zorunda hissettim.
Yazının içeriğiyle ilgili itirazlarıma geçmeden önce, Küçükaslan’ın başlık koyarken bile iki temel hataya düştüğünü, bilerek yapıyorsa da günah işlediğini söylemeliyim. Birincisi, değişiklik paketi sakatlar, kadınlar vb kesimlerin basıncıyla oluşmuş bir paket değildir. Dahası, pakete egemen olan anlayış sakatlarla ilgili değildir. İkincisi de, sakatlar; sınıfı, politik eğilimleri ve sosyal kimlikleri olmayan, kendinden menkul yaratıklar değildir. Yazının oturduğu mantık baştan “sakat” olduğu için içeriğe dair birşey söylememe neden kalmıyor aslında ama, “yetmez ama evet” diyebilmek için zorlandığında insanın nasıl bir akıl tutulması yaşayabileceğine de işaret etmek istiyorum.
Küçükaslan’ın sakat olarak evetinin ilk ve en önemli gerekçesi, Madde 10'a eklenecek ibare: "Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz."
Yani deniyor ki: idare özürlüler vb kesimler için pozitif ayrımcı uygulamalarda bulunabilir. Örneğin, herkes için ücretli sunulan bir hizmet karşılığında bu kesimlerden ücret alınmayabilir ya da istihdam da %3 kota uygulanabilir. Sonra da deniyor ki: işte bu özel muameleler, olura birileri mahkemeye gidip “bu sakatlara da  çok özel muameleler yapılıyor” diye feveran ederse, mahkeme “hayır, bu uygulamalar eşitlik ilkesine aykırı yorumlanamaz” diye karar verecektir. Değişiklik önerisinin dediği tam olarak bu. İyi de, idare bu değişiklik önerilene kadar da pozitif ayrımcı uygulamalarda bulunuyordu zaten, bu değişikliğin getirisi nerede? Tabii Küçükaslan bu soruyu sormuyor ve söz konusu değişikklikle düzeleceğini iddia ettiği, 7-8 sorun sayıyor. Yazar baştan evet demeye şartlandığı için, ki bunun başka mantıklı bir izahını bulamıyorum, Pratikte hiçbir farklılık getirmeyecek bu düzenlemenin, referandumda evetin sayısını artırıcı bir propaganda aracı olması dışında bir niyetle pakete konamayacağını göremiyor.
Küçükaslan’ın gerekçelerinden biri de, Madde 148'e eklenecek ibare: "Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir. Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şarttır.”
Yani, evet demeye şartlanmamış her aklı başında insanın anlayacağı gibi, bundan böyle iç hukuk yolu bir halka daha ve kim bilir kaç yıl daha uzayacak, ömür bitip dava süreci bitmeyeceği için de, idarenin hışmına uğrayan kişi AİHM’ye çok daha geç gidebilecek, belki de hiç gidemeyecek ve dolayısıyla idare vaziyeti daha iyi idare edebilecek. Ancak Küçükaslan, bunu da, “yaşasın! Artık Anayasa Mahkemesi’ne kişisel başvuru hakkımız olacak” diye sevinçle karşılıyor. Oysa kendini “yetmez ama evet”e şartlamamış olsa, bu maddenin de pakete “birey” sözcüğünü görür görmez özgürlük sarhoşluğuna kapılan bireysel aydınlara yönelik bir tuzak olduğunu görebilecek.
Bülent Küçükaslanın evetini dayandırdığı iki gerekçe daha var ama, bunlar için evet diyecekse de desin. Artık benim diyecek birşeyim kalmadı!...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder